Haddini bilmeyen kim?

Elleri, ayakları, sesi titreyen, ama yüreği hiç titremeyen ihtiyar bir adam…

Bir “führer” edası içinde, Müslüman milletin meclisinin kürsüsünden bir hanımefendiye şöyle bağırmıştı:

“Bu kadına haddini bildirin!”

Üzerine yürüyen yüzlerce –erkeğin- (!) arasında savunmasız bir kadın… Yüzünü gördüm o anda genç kadının; gördüğü bu dehşet manzara karşısında nasıl da şaşırmıştı? Belli ki bunca kin ve nefretin üzerine boca edilmesi, onu da şok etmişti. Kendimi hiç o kadar suçlu hissetmemiştim. İçimin yandığını ve ellerimi kaldırıp “Ya Kahhâr!” çektiğimi bugün gibi hatırlıyorum.

Hangi nezaket, hangi terbiye, hangi adamlık, hangi töre, hangi ahlak kaldırırdı bunu? Yüreklerini kin bürümüş “aslan Sosyal Demokratlar”, aslanlıklarını, av niyetine gözlerine kestirdikleri masum bir bayan üzerinden ispata kalkışmışlardı. Bayanın tek suçu, inancı gereği başını örterek, kişiliğini dişiliğinin önüne geçirmesiydi. Sonuçta milletin seçtiği bir bayan, tüm dünyanın gözleri önünde, millet iradesinin tecelligâhı (!) olan bir mekanda, laiklik iddiasındaki erkek ve kadınların “linç” girişimine maruz kalıyordu.

O manzarayı ve “Bu kadına haddini bildirin!” diyen titrek sesli ihtiyarı hiç unutmayacağım. Biliyor ve inanıyorum ki Allah da unutmayacak. Yine inanıyorum ki, haddini bilmeyenlere O bildirecek hadlerini. Allah adama haddini bildirmeye görsün, kimse yakasını O’nun adaletinden kurtaramaz! O ihmal etmez imhal eder (süre tanır). Ve ebedi mesajında der ki: “Ne zaman bizi kızdırdılar, onlara yaptıklarının acısını tattırarak intikam aldık!”

65 milyon, ibret nazarıyla “had nasıl bildirilir”in tecellisini izliyor ve galiba daha beterleri de arkadan gelecek. Kur’an’ın Arâf, Hud, Hacc, Şuarâ, Nebe ve Ankebut gibi surelerinde kendilerine hadleri bildirilen toplumların başına gelenleri okuyun; gerisinin geleceğini siz de tasdik edeceksiniz.

İnsanî sorumluluğumuza, kurbana ve hacca dair…

Kurban kesmek mi, yoksa acil ve zaruri hallerde, bedelinin zaruret mahalline ulaştırılması mı? Şimdilerde çok sorulan bu tür sorulara, geçen yıl bu köşede cevap vermeye çalışmıştım. Kurban kurbandır ve niyabeti yoktur. Fakat kurban Allah’a takarrub (yaklaşma) maksadıyla kesilir ve Kur’an’ın da buyurduğu gibi “Allah’a onların ne etleri ulaşır ne de kanları; O’na ulaşan yalnızca sizin takvanızdır.”

İbadetler insan-Allah ilişkisini sıcak tutan, insanın Rabbine gönderdiği bağlılık ve sadakat mesajlarıdır. Bu mesajların bir “zarfı” bir de “mazrufu” vardır. Zarfı ibadetin fiili boyutu, mazrufu niyeti ve gayesidir. Birincisi cesedi, ikincisi ruhudur. Dolayısıyla insanlar ehem ve mühim sıralamasını doğru yapıp zaruret sınırını ve sorumluluk oranını doğru tespit eder, sonunda bütün bu verileri iman makarı olan yüreğinde tartarsa, doğru sonuca ulaşacaklardır.

Hz. Peygamber’e atfedilen muhteşem bir tespit vardır: “Mü’minin ferasetinden sakınınız, çünkü o yüceler yücesi, ulular ulusu Allah’ın nuruyla bakar.” Sahibinde feraset ve basiret oluşturan her aktif ve muktedir iman, kişiye “ölçme ve değerlendirme” yeteneği kazandırır. İşte Hz. Peygamber’in “Kalbinden fetva iste!” sözüne muhatap olacak kimselerin temel özelliği budur. Bu özelliği kazanamayanların, “hangisine uyacağımızı şaşırdık” yollu yakınmalarla faturayı hocalara kesmeleri, en hafif deyimiyle ciddiyetsizliktir.

Hac da yukarıda dile getirdiğimiz kurban gibidir. Kişinin boynuna borç olan haccın hükmü zaten bellidir. Nafile hac ve umre ise, haccı ve umreyi, Allah’la bey’at tazeleme olarak anlayan ve bunun şuurunda olarak giden hiçbir mü’min için lüks değildir. Parası çok sorumluluk duygusu az olup da, “aynî” sorumluluklarını görmezden geldiği halde Mekke Hilton’da bir hafta geçirmeyi ibadetten öte “âdet” haline getirenlere sözüm yoktur. Fakat şu da bir gerçektir ki; Kâbe âşıkları, buldukları her fırsatta yüreklerini avuçlarına alarak Hz. İbrahim’in makamına sunmalarından dolayı kınanamazlar. Zaten, sevdası ak olanların sorumluluk duygusu da olur. Ne aynî vecibelerini, ne kifâî vecibelerini aksatırlar.

Sevdası olanlar, İslamiyet’e olduğu gibi “insaniyete” de sadık olurlar ve bu ikisini bir bütün olarak görürler. Tıpkı Süfyan Sevri’nin kendisi için “Onun sene boyu yaşadığını ben üç gün yaşayamam” dediği İbnu’l Mübarek gibi. O servet sahibi bir tüccardı ve Kâbe âşığıydı. Anadolu fütuhatına da katılan bu büyük zat, servetini âlim yetiştirmeye vakfetmişti. İbnu’l Cevzi bu zatın muhteşem sorumluluk örneği bir olayını nakleder:

“İbnu’l Mübarek eş ve dostlarıyla birlikte hacca gider. Maiyetten birinin kekliği yolda ölür ve bir çöplüğe atılır. O anda İbnu’l Mübarek, oradaki bir barakadan küçük bir kızın başını kapıdan uzatıp uzatıp çektiğini fark eder. Nihayet kız çocuğu, kendisini kimsenin görmediği zannıyla üzerinde tek parça bir beze sarınmış olarak ölü kekliği alır ve aynı hızla döner. Olay İbnu’l Mübarek’in hayretini mucip olur ve aslını öğrenmek üzere adamını yollar. Sonuç yürek yaralayıcıdır: Varlıklı babaları ölünce tüm servetleri zalimlerce ellerinden alınan yetim iki kız çocuğu aç ve açıktırlar. O ölü kuşu da, mecbur kaldıkları için yemek üzere almışlardır. Kendilerine bakacak başka kimselerinin olmadığını öğrenen İbnu’l Mübarek, hizmetkârına dönüp “Yanımızda ne kadar para var?” der. 1000 altın lira olduğunu öğrenir. Herkesi şaşırtan kararını açıklar: “Merv’e geri dönüyoruz; bize eve kadar 20 dinar yeter, gerisini bu kızlara ver!” Kendisine niçin hacdan vazgeçtiğini soranlara verdiği cevap şudur:

“Bu yaptığımız, yapacağımız hacdan daha sevaptır!”

Evet, sağlam ve sahih bilgi, dengeli düşünce, sorumluluk, muhabbet ve basiret bir arada olunca, mü’min kesinlikle ne yapacağını şaşırmaz. Nafile hacca gidenler; hem gitsinler, hem de şu ülkenin aç ve açık, evsiz barksız insanına yardım etsinler. Bu çift kanatlı olmaktır.

Zaten, tek kanatla yâr diyarına uçulmaz ki!

( 26 Şubat 2001 )

 

Yorum Yaz