“Hain” (!) üretme çiftliği

Dün 13 Nisan’dı. Yani ünlü 31 Mart askeri kalkışmasının sene-i devriyesi.

Lafı uzatmanın âlemi yok: Resmi tarih yalancıdır. Üstelik yalanı adamın gözünün içine baka baka söyler. Daha âkil-baliğ almadan eline geçirdiği çocuklarımıza söyler. Bazen yalan kitap suretinde, bazen televizyon suretinde, bazen de köşe yazarı suretinde tecessüm eder.

Kafası resmi tarih teziyle tütsülenmiş olanlar, 31 Mart olaylarını nasıl hatırlarlar?

Fransız keferesinden ödünç alınmış “kızıl sultan” yaftası iliştirilmiş II. Abdülhamit… Haybeden “kahraman” payesiyle ödüllendirilmiş Hareket Ordusu… “Hain”, “İngilizci”, “mürteci”, “kışkırtıcı” yaftası iliştirilmiş Derviş Vahdeti ve kurucusu olduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti…

Tarih, malum zamanlardan beri bizde bir bilim değil, bir “kurgu-bilim”dir. Hatta isteyenin oturduğu yerden ürettiği sembolik bir “fantazya”dır. Ya da Kur’an şairi Mehmed Akif’in dediği gibi, bir numaralı özelliği “gelenin keyfi için geçmişe sövmek” olan bir senaryoya uygun olarak çevrilmiş bir filmdir.

Yerseniz seyredersiniz. Bazen, yemeyene zorla yedirildiği de olmuştur.

ABD’den yazan bir okurum “Bize Derviş Vahdeti haindir dediler biz de öyle inandık, hiç araştırıp soruşturmadık” diyor ve ekliyor “Meğer benim bu gün söylediğimi, o daha o günden söylemiş!”

Sevgili okur, dur hele. Topu topu bir paragraf okudun Vahdeti’den. Eğer onun canını dişine takarak çıkardığı Volkan koleksiyonunu ele geçirip de okusaydın, “hain” olanın o değil, ona hain diyenler olduğuna kalıbını basardın. (M. Ertuğrul Düzdağ’ın titiz ve yorucu çalışmasıyla Latin alfabesine aktarılan bu koleksiyonun tıpkı basımı, İz Yayıncılık tarafından yapılmıştır.)

Neyse, ben aslında tarihin hain-kahraman dilemması çerçevesinde ele alınmasını doğru bulmuyorum. Bu da bir tür duygusallık. Böylesine dikotomik bir yaklaşım, en azından duygusal bir yaklaşımdır. Çoğu zaman da hiçbir şeyi açıklamamaktadır. Dahası anlamayı zorlaştırmaktadır. En iyisi tarihe kategorik değil, analitik yaklaşmak ve onu mümeyyiz bir akılla “elemeye” tâbi tutmak.

Vahdeti’ye geri dönelim ve onun Volkan’daki sloganlarından bize en ilginç gelecek olanını aktaralım:

“Kahrolsun saltanat, kahrolsun irtica, yaşasın şeriat-ı ğarrâ!”

Sahi, bırakınız cahilini, aydın geçinenleri durdurup bu cümleyi okusanız, nasıl bakarlardı yüzünüze? Bunca yıldır yaşadığımız semantik terör, kavramları nasıl da tanınmaz hale getirmiş, görüyorsunuz değil mi?

Bu sloganın sahibi resmi tarihin kendisini “saltanatçı”, “mürteci”, “hain” damgasıyla yaftaladığı Derviş Vahdeti’den başkası değil. Eline tutuşturulan klişe ve şablonlarla düşünmeye alışmış olan zavallılar, nasıl anlasın Vahdeti’yi?

O “İslam birliği”ne iman etmiş bir haykırıştı. Bakın, Volkan’ın 24. sayısında ne diyor:

“Volkan’ın dini ve siyasi olarak yayınlanması İslam birliğine hizmet içindir. Birinci nüshamızda insaniyeti iki kısma ayırarak birincisine “küçük insanlık”, ikincisine “büyük insanlık” demiştik. Küçük insanlığı “Osmanlılık”ta, büyük insanlığı İslamiyet’te bulduğumuzu göstermiştik. Biz sizi bir mecburiyet olarak İslam birliğine davet ediyoruz.”

İslam Birliği düşüncesi onda “aşk” halini almıştı. Şu satırlarda, bu çok özel “Leyla’sına” ilan-ı aşk ediyor: “Bu yoldaki birlik fikri bir lâhûtî aşktır ki, bizi kötüleri sevmeye, iyileri kutsamaya sevk ediyor.” (23 Ocak 1909)

31 Mart olaylarının ardından başlayan İttihatçı terörünün kurbanlarından biri de Vahdeti idi. Onu askerleri ayaklandırmakla suçladılar. Oysa ki tam tersine o, Volkan’ın sayfalarından her gün çığlık çığlığa askerleri sükunete davet ediyor, kışkırtmalara kapılmamaları için onları uyarıyordu. Volkan’da sayısız örneği olan bu tür uyarılarından birini sadece birini buraya alalım:

“Sizi başkaldırıya, ihtilale davet edenler, emin olunuz ki haince bir maksatla kalpleri kirletenlerdir. Bu gibi telkinlerde bulunanlara rastlarsanız aldanmayınız. Zira bu gibiler bir melanet hazırlamak için kötü niyet besleyenlere alet olanlardır. / Proudoslar Şeriat istemeyiz demişler. Eyvah din gitti, şeriat gitti diyerek birkaç kişiyi tepelettirerek, ya da birkaç yüz kişiyi boğaz boğaza getirerek veyahut milleti ayaklandırarak, kan gövdeyi götürdüğünü görmek mi istiyorsun? Düşün ey beyinsiz!” (Sayı 68, 9 Mart 1909)

Evet, provokasyonun kokusunu (Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in İttihatçılar tarafından sokak ortasında vurulması provokasyonun son halkasıydı) haftalarca önceden alarak bu canhıraş çığlıklarla herkesi uyaran adam “ayaklanmayı kışkırttığı” gerekçesiyle asıldı, iyi mi? Hem de ayaklanmayı tezgahlayan İttihatçı “kahramanların” marifetiyle…

Şimdi söyler misiniz “hain” kim, “kahraman” kim? Bu ülkeyi “hain üretme çiftliği” haline getirenlerin bıraktığı mirasa dönüp de baksanıza bir!

Bu yazıyı Vahdeti’nin, asılmadan önceki son çığlığıyla noktalayalım:

“Beni zorla tutuklayabilir, hakkımda her türlü muameleyi yapabilirler. Lakin hükümet, insanlık ve medeniyet tarihinde öyle bir leke bırakır ki, dünya durdukça artık o lekeyi silemez.” (Sayı 110, 20 Nisan 1909)

Vahdeti’nin katillerini savunacak bir yüze, siz olsaydınız ne yapardınız?

 

Yorum Yaz