Hakikat esrarlı değil, berraktır

İbn Haldun, Mukaddime’de yığınları kastederek şöyle bir tespit yapar:

“Arap, nübüvvet veya velilik, ya da genel anlamda aklın havsalanın almayacağı büyük bir etkiden yola çıkarak dini bir boyaya daldırmaksızın hiçbir güç ve iktidar oluşturamaz.”

İbn Haldun’un bu tespitini doğrulayan en büyük delil, Allah Rasulü’nün vefatından sonra ortalığı mantar gibi kaplayan yalancı peygamber furyasıdır.

Alın bir “Müseylime” (Müslümancık) lakaplı İbn Habib el-Hanefi (öl. H. 12/633) olayını. Yine Yemen’de peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkıp öldürülen Esved el-Ansi’yi. Bu adamın oğlu Umeyr b. Esved Buhari’nin ravileri arasında bulunduğuna göre, oğlunu dahi inandıramamış olmalı. Yine bir kadın olan Secah et-Temimiyye ya da Tuleyha el-Esedi’yi?

Hepsi de güç ve iktidar delisi şarlatanlardı. İsteklerine ulaşmak için bu tutkularını “manevi” bir boyayla boyayarak pazara çıktılar. Bitli baklanın kör alıcıları hariç, aklı başında alıcı çıkmadı, sökmedi. Sökmemesinin en büyük nedeni Allah Rasulü’nün yaşadığı “model” hayatın hiçbir sahteliğe izin vermeyecek kadar gerçek ve ayan açık ortada olmasıydı.

Bunun tali bir sebebi daha vardı, o da Kur’an vahyinin ve onun uygulayıcısı Rasulullah’ın ilk neslin iç dünyasında inşa ettiği selim akıl.

Mesela, Peygamberimizin en acılı gününde gerçekleşen tam güneş tutulması olayını ele alalım. O gün Hz. Peygamber’in çok sevdiği ve gözyaşlarıyla uğurladığı biricik oğlu İbrahim vefat etmişti. Bazıları bu müstesna günde gündüzü gece kılacak tam güneş tutulmasını “Güneş bile Rasulullah’ın yasına iştirak ediyor” diye değerlendirmişti. Bu sözler kulağına geldiğinde, hemen insanların mescide çağrılması emrini veren Rasulullah şöyle diyecekti: “Ay ve güneş Allah’ın ayetlerinden bir ayettir; dolayısıyla Allah ne Muhammed’in oğlunun ölümü ve ne de bir başka ölümlü insanın doğumu için ayetini değiştirir.”

Bundan daha ilginci İbn Sayyad örneğidir. İbn Sayyad bir Yahudi delikanlısıdır. Altıncı hissi oldukça güçlüdür. Doğuştan telepati yeteneğine sahiptir. Bu yetenekleriyle Medine ve civarında yeni parlayan bir şöhret oluvermiştir. Kısa zamanda gelen bu şöhret, menkıbelerle bir kartopu gibi büyümüş ve İbn Sayyad bir efsane olup çıkmıştır. Rasulullah’ın deneme amaçlı içinden tuttuğu bir soruyu bildiğini sahih rivayetten çıkarıyoruz. Rasulullah’ın buna tepkisi pek şiddetli olmuş, “Hadi oradan, haddini aşma!” diye çıkışmış ve “burayı şeytanlar bastı” diyerek orayı hemen terk etmiştir.

İşin ilginci daha sonrasıdır: Bu genç büyümüş, daha sonra ibadet ehli bir Müslüman olmuştur. Fakat sahabe ona “Deccal” gözüyle bakmıştır. Çevresine sitem ettiği her seferinde ona “Sen sınırını aşıp, Allah’ın alanına müdahaleye cüret ettin” cevabını almıştır. Sahabeden Ebu Said el-Hudri “Ebu Said” künyesiyle anılan İbn Sayyad’la birlikte hac yolculuğuna çıktıklarını, kendisinin Müslüman olduğundan beri kayıptan haber verme teşebbüsünde bulunmadığını, dolayısıyla “Deccal” olmadığını ispat için nasıl çabalayıp dil döktüğünü ayrıntılarıyla aktarır (Müslim, Fiten, 52.19).

Nebi asrında yaşanmış buna benzer daha başka olaylar da var. Fakat biz bu örnek olayda sahabenin sergilediği tavrı hayli dikkat çekici buluyoruz. Bugün olsa, insanların elini öpmek için sıraya girecekleri İbn Sayyad gibi “kalpleri okuyan” (!) biri, sahabe nezdinde “Allah’ın alanına tecavüze yeltenen kişi” muamelesi görüyor.

Buradan sır dizileri furyasının beslendiği damara geçelim. Şimdi siz söyleyiniz; böyle bir damarı İslam’a ve onun temiz kaynaklarına nispet edebilir miyiz? Yoksa bu damarı vahyin ve Rasulullah’ın kurutmaya çalıştığı yanlış ve bozucu bir damar olarak mı algılarız?

Elbette cevabı belli. İyi de, günümüzdeki “olağanüstüye”, “gizeme”, “sırra”, “esrara” olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız?

Hiçbir yere. Bu her zaman vardı ve bundan böyle de var olacaktır. Bu zararlı ilginin önü ancak sahih bilgiye dayalı sahih imanla alınabilir. İnsanlar her alanda rasyonel bir tavra yönelirken din alanında irrasyonelliğin giderek yükselen değer haline gelmesi, eğer “talihin” (!) garip bir cilvesi ve tarihin münasebetsiz bir şakası değilse, kesinlikle din eğitimi alanında yaşanan sefalet ve cehaletin sonucudur.

Bu duruma ateist pozitivizmin ve ‘ataist’ rasyonalizmin bayraktarlığını yapanların ses çıkarmasını beklemek abes olur. Bırakın ses çıkarmayı, bu durum biraz da onların modası geçmiş din ve iman düşmanı pozitivizm ve rasyonalizmlerine yönelik kolektif bilinçaltının tepkisidir. Bu yandan bakılınca haklı ve mazur bile görülebilir. Ama din ve dinin sahih kaynakları açısından bakılınca hiç de masum olmadığı ortada.

Çünkü İslam’ın zirve vahyi Kur’an kendisini hep “mübîn” (apaçık ve açıklayıcı) olarak tanıtır. Sır ve esrar ise adı üstünde “kapalılığı” ve “gizemi” ifade eder. Bu dil, vahiy dışında, yer yer vahye karşıt bir tasavvur inşa eder. Vahiy “gör” derken, bu dil “kör” der. Vahiy “Akletmeyenleri Allah pisliğe mahkum eder” derken, sır dili “akletmeyi” muzır bir iş olarak telakki eder.

Çağrı açıktır: “Karanlıklardan aydınlığa/mine’z-zulumâti ile’n-nûr…” Mübin olandan esrarlı olana geçiş, bu çağrıyı tersine çevirmektir.

 

Yorum Yaz