Hangi fetih?

29 Mayıs 1999, İstanbul’un fethinin 546. Yıl dönümü.

İstanbul’un fethi, hem İslam ümmetinin tarihinde, hem de dünya tarihinde kalıcı izler bırakmış bir olay. Bu olay, her yıldönümünde olduğu gibi bu yıl da birkaç gösteri ve hamasi nutukla hatırlanacak.

Ben, işin hamasi yanını, bu işleri seve seve üstleneceklere bırakıyorum. Benim, bu vesileyle asıl üzerinde durmak istediğim konu, “İstanbul’un fethi”nden hiç de daha kolay olmayan “İnsanın fethi”.

Çünkü eğer insanın fethini gerçekleştiremezseniz, İstanbul’un fethini gerçekleştirmiş olmanız tek başına yetmiyor. Muhal farz İstanbul işgal altına girdiğinde ne olacak idiyse, onun aynısı, belki daha da beteri insanınıza ve inancınıza reva görülüyor. Varsayın ki Bizans devam ediyor; söyler misiniz, başörtülü kızlarınız saçlarından sürüklenerek okudukları okullardan, çalıştıkları işyerlerinden atılırlar mıydı? Kur’an öğretmek yasaklanır mıydı? Kur’an kursları kapatılır, sarıklılar ve cübbeliler sokaklardan toplanır mıydı?

Belki evet, belki de hayır!

Bu soruları, İstanbul’u kısa bir süre işgal eden İngilizlerin başkenti Londra ile karşılaştırarak da sorabilirsiniz: Niçin kızlarımız işgalcinin başkenti Londra’da inançlarına uygun kıyafetlerle okuyabiliyor da, işgalden kurtarılmış İstanbul’umuzda okuyamıyor?

Burada ele almak istediğim “insanın fethi”, bu “niçin”lerin cevabını içinde barındırıyor.

Toprağa verdiğiniz önemi insana vermezseniz; toprağınızın kurtuluşu için ölür de, insanın kurtuluşu için hastalanmazsanız, sonunda olacağı budur:

Toprak sizde kalır, insanınızı yüreklerinden ve zihinlerinden işgal edip duygu ve düşüncesine tecavüz ederler, onu zincirini yüreğinde taşıyan post modern bir esir haline getirirler; siz de Hoca’nın yaptığı gibi, karganın elinizden kapıp götürdüğü pasta malzemesinin ardından bakakalır ve “tarifesi bendedir” diye züğürt tesellisine sığınırsınız.

Önce insan

Bu ümmetin kendilerine en çok minnet borçlu olduğu kişiler, insanın mutluluğunun öbür adı olan İslami değerleri insana ulaştıran meçhul askerlerdir. Onlar yürek fatihleridir. Bu ümmet başı dik yaşadığı, tarihin pasif nesnesi değil aktif öznesi olduğu çağları, o kahramanlara borçludur. Onlardı, insanlığa yürek dolusu umut dağıtan, onlardı barışın ve mutluluğun habercileri. “Bir âdem bir âlem” diye yola çıkmıştılar. Şefkat hareketini başlatmış, insan seferberliği için düşmüştüler yola; onlar fetih işçisiydiler.

Kendilerini mutlu kılan değerleri insan kardeşleriyle paylaşmak için, bir kılıç kalkmadan, bir kurşun sıkmadan Merakeş’ten Zengibar’a, Orta Afrika’dan Doğu Hint Adaları’na, Sierra Leone’den Sibirya’ya, Bosna-Hersek’ten Yeni Gine’ye, Seylan’dan Endonezya’ya, Malabar’dan Malezya’ya kadar taşımışlardı.

Bir yürek sakası gibi, gönüllerinde taşıdıkları mutluluğu Macaristan’daki Başkırdlar’a, Batı Afrika’daki Huasalar’a, Fildişi Sahili’ndeki Mandingolar’a, Bosna’daki Bogomiller’e, Hindistan’daki Gujarlar’a, Çin’deki Huiler’e, Filipinler’deki Milboglar’a sunmuşlar ve kabul görmüşlerdi.

İşte yukarıdaki insan fethini akla durgunluk verecek kadar büyük ve dağınık bir coğrafyada şaşılacak kadar kısa denebilecek bir zaman diliminde gerçekleştiren Müslümanlar, şimdi kendi insanlarına, kendi torunlarına, kendi çocuklarına sahip çıkmaktan aciz hale gelmişse, şu ya da bu gerekçeyle “analığa yeniden terfi eden” ve “zorla görevine döndürülen” kızlarımız ve kadınlarımız için “şer gibi görünen hayır” demez de ne dersiniz? Kudretin güçlü eli, “önce devlet”, “önce cemaat” “önce kurum”, “önce iktidar”, “önce güç” vs. vs. diyenlere doğru adresi göstererek “önce insan” diyor ve öz ellerimizle harcadığımız insana, insanımıza, yani öz sermayemize işaret ediyor.

Bir âdem, bir âlemdir; inanın buna

İskender, Sezar, Darius, Konstantin, Muaviye, Abdülmelik, Cengiz, Timur, Fatih, Kanuni, Napolyon ya da Hint, Çin, Mısır, Yunan, Roma, Asur, İran, Roma, Emevi, Abbasi, Osmanlı, Birleşik Krallık, ABD…

Bütün bunların hâkimiyet alanının büyüklüğüyle bir tek insan gönlünün büyüklüğü arasında bir karşılaştırma yapsanız, hangisinin hâkimiyet alanı daha büyüktür dersiniz?

Bu soru karşısında hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki; bir tek insanın gönlü yeryüzünün en büyük imparatorluğundan daha büyüktür. Ve elbette bir yüreği fetheden yürek fatihi, tüm yeryüzünü istila eden bir cihangirden daha büyük bir zafer kazanmıştır.

Bunu anladığınız gün, halife Hz. Ömer’in, kendisinin müsaadesi olmadan tüm dünya devletlerinin cihangirliğe atlama taşı olarak kullandıkları Mısır’ı fetheden Amr b. As’a madalya takacağına, haberi alır almaz kızıp niçin “Eyvah!” dediğini; Bahreyn muhafızı Ala b. Hadrami’nin, asileri kovalama bahanesiyle ilk kez körfezden İran’a girip oraları hiçbir mukavemet görmeden ele geçirdiğini haber alınca, başkalarının taltif edeceği bu komutanı niçin görevden aldığını, işte o zaman anlayacaksınız.

O zaman anlayacaksınız ki, hayatın tamamı bir “fetih”ten ibarettir.

Vahiy, Fettah olan Allah’tan insana fetihtir.

İbadet, “ünsiyet” sahibi insandan Allah’a fetihtir.

Keşif, insandan doğaya ve eşyaya fetihtir.

Dâr u devlet, insandan toprağa fetihtir.

Cihad, insandan insana fetihtir.

Ve fetih bitimsizdir.

( 31 MAYIS 1999 )

 

Yorum Yaz