Haremeyn: Ümmet laboratuvarı (1)

Haremeyn, yani “iki muhterem mekan”, yani “cömert” Mekke ve “nurlu” Medine.

Mekke-i Mükerreme’nin sıfatı “cömertlik”. Kendine koşan herkesi, bağrına basacak kadar cömert. Kendine indirilen rahmeti, herkesle paylaşacak kadar cömert. Mekke ile Kur’an’ı, Allah Rasulü ile vahiy meleğini aynı sıfat (kerem) paydasında buluşturan, el-Kerîm olan Allah’ın sonsuz kerem ve cömertliği olsa gerek.

Mekke tedavi ederken cömert. Çünkü istikametini şaşıranların yön duygularını geliştiriyor. Kaybettikleri yön yeteneğini, onlara yeniden kazandırıyor. Kula kul olmaya ve kulu kul edinmeye yatkın ruh hastalarını tedavi ediyor. Onları, sadece Allah’a kul olma ortak paydasında tedavi ediyor. Evrensel koroda çatlak ses çıkarıp kainat ilahisine katılmakta zorlananları, koroya katıyor. İnsana, Allah’a ait olduğunu ve kainata mensup olduğunu hatırlatıyor. Vefasızlık illetine, vefa ilacıyla tedavi sunuyor. İhanet hastalığını iyileştirip sadakate tebdil ediyor.

Mekke sadece tedavi etmiyor, aynı zamanda ümmetin hastalıklarını teşhis etmemizi de sağlıyor. Adeta bir laboratuvar orası. Ümmetin manevi, fikri, sosyal, akidevi ve ahlaki hastalıklarını teşhis etmemizi sağlayan bir laboratuvar. Malum, doğru tedavi, doğru teşhisle başlar. Nasıl ki, yanlış sebep üzerine doğru netice bina edilemezse, yanlış teşhis üzerine doğru tedavi de bina edilemez.

Haremeyn’de bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan hastalıklarımızın tümünü burada sayamayız belki. Fakat ilk elde göze batanlar şunlar:

  1. Tefrika hastalığı.
  2. Bedevilik/köylülük hastalığı.
  3. Tefekkürsüzlük ve sığlık hastalığı.

Tefrika hastalığı, bilinen en eski hastalıklarımızdan biri. Muhammed ümmetinin birliği, dirliğinin garantisidir. Eğer bu ümmette birlik yoksa dirlik de yoktur. Bu ümmetin Allah’ı bir, Peygamber’i bir, Kitap’ı bir, Kıblesi bir, Kâbe’si bir, Mekke’si bir. Zaten böyle olmasa insanın Kâbe’de işi ne? Oralara kadar geliyorsa, Kâbe’yi tavaf eden sele karışıyorsa, bunun anlamı “Ben de müminler okyanusunda bir damla olmaya geldim” demektir.

Kalk sen okyanusa düş, ondan sonra da okyanusun içinde “iyot” gibi kalma savaşı ver, “Ben denize karışmayacağım, damla olarak kalmakta ısrar edeceğim!” de. Hiç olur mu öyle şey?

Ama bazıları bunu becerebiliyor. Önceki ziyaretlerimde bazılarını duymuştum. Sırf Türkiye ile gün farkından dolayı, adam haccı bile, evet evet haccı bile, tek başına ya da kafadarlarıyla birlikte bir “tefrika” abidesi olarak yapabilecek kadar çılgınlaşabiliyordu. Örneklerini çokça dinledim ve bazılarına da rastladım.

Düşünebiliyor musunuz; Allah’ın davetine icabet etmiş milyonların arasına karışmıyor. Ayette, “Sonra siz de insanların seller gibi çağlayıp aktığı yerden çağlayıp akın” (summe efîdû min haysu efada’n-nas) buyuruluyor. Ama meşrebini din edinmiş olan beyimizi, bu mübarek Kur’an emri ırgalamıyor bile. Varsa yoksa “abilerinin” emri. Zaten Kur’an’ın talimatını, Peygamber’in sünnetini merak bile etmiyor. Milyonlar Arafat’ta vakfeye durmuş, beyimiz “abilerinden” emir bekliyor. Ya bir gün sonra veya bir gün önce, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da tek başına vakfeye duruyor. Bazen şeytanı tek başına taşlıyor, Kurbanı tek başına veya bir avuç kafadarıyla kesiyor.

Haccın “Kandıralısı” mübarek. Duası milyonlarca müminin duasına karışmıyor. İbadeti milyonlarca müminin ibadetine karışmıyor. Kendisi, milyonlarca müminin arasına karışmıyor. Beyimize göre, milyonlar bir tarafa, kendisi ve kafadarları bir tarafa. Herkes yanlış, bir tek o ve kafadarları doğru. Bir de bunu “cemaat” yolu olarak da bilinen “Ehl-i Sünnet” adına yapması yok mu, holiganlığa tüy dikiyor.

Bu echel-i cühela meşrepperestlerin hacdaki tavrı. Umrede de buna benzer tavır gösterenler var. Adam Kâbe’nin etrafında namaz kılacak. Fakat cemaatin içinde olduğu halde imama uymuyor. Bazısı uyar gibi görünüp “takiyye”nin en çirkinini yapıyor, ama tek başına kılıyor. Bazısı da cemaatle kılıyor. Bunu sadece Sünniciler yapmıyor, Şiiciler de yapıyor. Ehl-i Beyt taraftarı içinden bazı echel-i cühelanın da imamla birlikte namaz kıldıktan sonra, tazeleyenler varmış. Demek ki, mezhep holiganlığının Sünni’si Şii’si yok.

Bu ne nasipsizlik böyle? Allah bir adamı rahmetinden herhalde böyle mahrum eder. Milyonların duasına karışmaktan böyle tard eder. Peygamber’in müjdelediği rivayet olunan “cemaat” yolundan böyle çevirir. Ümmet okyanusuna damla olarak düşer de, “iyot” olur, karışmaz, orada öylece tek başına kalakalır. Bu yamuk duruşuyla, ümmetin dalalet üzerinde ittifak ettiğini îmâ eder.

Her namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha’nın bir ayeti var: “Bizi dosdoğru yola ilet!” Şimdi soru şu: Bu beyler, namazda Allah’ın kendilerine söylettiğini selam verince yalanlamış olmuyorlar mı? Bir tarafta Allah’ın tarif ettiği “biz” var, öbür tarafta bu beylerin tarif ettiği bir “biz” var. Fatiha’yı yalanlanmanın bundan daha kestirme yolu olur mu?

Allah bu ümmetin birliğini bozan dış ve iç mihraklara fırsat vermesin.

 

Yorum Yaz