Hüküm meselesi (II)

Maide Suresi’nin 44-50. ayetleri arasında yer alan konuyla ilgili pasajın, hüküm meselesinde özel bir önemi ve yeri vardır.

Daha önceki yazıda serdettiğimiz ayetleri de hatırlatarak söylemeliyiz ki; insanı irade, akıl, bilinç gibi hükmedecek araçlarla donatarak ona hükmetme yeteneği vermesi, “Allah’ın en büyük hükmüdür.”

İnsanı hükmetme yeteneğiyle donatan Allah olduğuna göre, insanın mücerret hükmetmesini Allah’ın hükmü karşısına yerleştirmenin abesliği ortadadır. Zaten bu gerçeği Nisa 58. ayette yer alan “O, hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” ifadesinden de açıkça anlıyoruz. Yani insandan istenen, hükmetmemesi değil, hükmettiği zaman adaletle hükmetmesidir.

Şu halde Allah’ın hükmüyle insanın hükmünü birbirinin karşısına yerleştirmek, bizzat Allah’ın kevni hükmüne aykırıdır.

Bunun, bir tür laisizm diyebileceğimiz “Allah’ın müdahil olmadığı bir alan tasavvur etmek”sapkınlığıyla da alakası yoktur. Çünkü Allah, insana irade, iradeye de seçme yetkisi vermiştir. Seçmek hükmetmeyi gerektirir. Bu da Allah’ın tekvin yasasının bir sonucudur. Allah’ın yasaları yalnızca sözlü değil, aynı zamanda tabii ve kevni de olurlar.

İnsanın dilemesi ve hükmetmesi, onun bu tür yasalarındandır. Hayatın bir imtihan, insanın da bu imtihanın muhatabı oluşu bunu gerektirir.

Hepimiz her gün yüzlerce kez hükmederiz. “Bu iyidir, şu kötüdür, o büyüktür, bu küçüktür, ben müminim, o sapıktır, sen doğrusun, falanca haksızdır” derken, kızdığımız zaman “Sen aptalsın, azgelişmiş adam, aklını peynir ekmekle yemiş ne olacak, sakar, ipsiz, çulsuz, çağdaş yobaz” vs. derken, sevdiğimiz zaman “iyi, güzel, hoş, edepli, ahlâklı, yerinde, adil, akıllı, sevimli” derken de hükmetmiş oluruz.

Vahyin söylediği şey insanın hüküm alanını tümden yok etmek değil, onun doğru, adil ve dengeli hükmetmesi için tasavvurunu ve aklını inşa etmektir. Ona hüküm verirken kullanacağı doğru ölçüler vermek, aklının eline doğru kilo, doğru metre tutuşturmaktır.

İmdi, burada mesele olan şey “Allah’tan gayrısının hükmetmesi” değil, Allah’ın hükmü bulunan bir konuda bu hükümle amel etmemenin hükmüdür. İşte Maide 44, 45 ve 47. ayetlerde yer alan “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimseler kâfirlerdir/zalimlerdir/fasıklardır” ibareleri, bu meseleyi ele alır.

Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin Allah karşısındaki konumunu belirleyen bu ayetlerin kapsamı ve anlamı daha ilk nesilden itibaren farklı yorumlara konu olmuştur. Bu yorumlar ifrat ve tefritten beri olmamışlardır. Aralarında yönetimi elinde bulunduran ya da onlara yakın duranların da olduğu bir kesim, bu ayetleri kitap ehline tahsis etmişlerdir. Onlara göre bu ayetler, Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap etmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar bu ayetin muhatabı değildirler.

Tabii ki bu görüş doğru değildir. En genel geçer usul ilkesidir ki, sebeplerin hususiliği hükümlerin umumiliğine engel değildir. Değilse aynı mantıkla Kur’an’da bize hitap eder ayet bulmakta zorlanırdık. Kaldı ki, ayetteki men sözcüğü “genel” bir sözcüktür ve “ellezi” ilgi zamirinden farklı olarak “insan türüne giren herkesi” kapsar. Dahası pasajın son ayetleri (48, 49, 50) doğrudan Müslümanları muhatap almaktadır. Özetle burada Müslümanlara “Yahudileşmeyin ve Hıristiyanlaşmayın” denilmektedir.

Bunun karşısında tefriti temsil eden harici tavrına önceki yazıda işaret etmiştik. Bu tavır da insanın hükmetme yetkisini tamamen iptal eden, yok sayan, öznel yorumları Allah’ın hükmü diye takdim eden, bu yorumlara uymayanı Allah’ın hükmüne karşı gelmekle suçlayan marazi bir mantıktı.

Maide ayetlerinin adil ve mutedil yorumunu ikinci kuşak otoritelerinden İkrime ve Şabi’de, yine tefsir otoritelerinden Kurtubi, İbn Kesir, Razi ve özellikle de Beydavi’de, yine çok dengeli bir yorumu ünlü akaid sahibi Tahavi’de bulmaktayız.

Özetle, Allah’a ait olduğu kesin olan ve yoruma açık olmayan muhkem bir hükmü uygulamayan kişi: ya meşru bir mazereti vardır, mazurdur; ya nefsine uyduğu için uygulamamıştır “Fasık”tır, günahkârdır; ya Allah’ın hükmü dururken o hükmün amacıyla taban tabana çelişen bir başkasının hükmünü uygulamıştır “zalimdir”, çünkü gerçeği ters yüz etmiştir; ya da Allah’ın hükmünün en doğru ve en iyi olduğuna inanmamıştır, ki işte bu Allah’a duyulan güvensizliktir. İmanın ahlaki tanımı “güven”dir. Allah’a güvenmeyen, Allah’la ilişkisini koparmıştır. Bu durumda o hem ahlaki anlamda “nankördür”, hem de itikadi anlamda hakikati inkâr ettiği için küfre sapmıştır.

Yorum Yaz