Hz. Fatıma: Can parçası

İlginç değil mi? Türkiye’deki kadın adları sıralamasında, Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’dan mülhem olarak konulan “Fatma” ismi birinci sırada yer alıyor.

Bu, bu ülkede milyonlarca kadının Fatma adını taşıdığı anlamına geliyor.

Peki, milyonlarca kadınına Fatma/Fatıma adını koyan bu ülkede, bu adın asli sahibi yeterince tanınıyor mu? Mesela, kaç kitap yayımlandı bu konuda? Araştırın, elde ettiğiniz sonuç karşısında şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacaksınız.

Rabia filmlere varıncaya dek konu olur ve tanıtılır, olsun ve tanıtılsın. Fakat kadınlarının milyonlarcası Fatıma adını taşıyan bu ülke, Fatıma’yı tanımaz. Sizce de bu işte bir gariplik yok mu? Bence var. Sadece gariplik değil, “gurbetlik” de var; asılların gurbetliği. Asli olan garip kalınca, memleket fer’i olana sıla haline gelir. Fer aslın yerini alınca, fikir gurbete çıkar, ilim gurbete çıkar, hakikat gurbete çıkar. Onların yerini hurafe, taassup ve taklit alır.

Vakit’teki köşe yazılarını severek okuduğunuz Sibel Eraslan hanımefendi, Hz. Fatıma’nın hayatını konu alan bir eser kaleme almış. Adını da “can parçası” koymuş. Eserini eliyle takdim etme nezaketinde bulundu. Eserde yer alan birkaç konu hakkında düşüncelerimi sordu. Bu arada bazılarının onu tebrik edeceği yerde fena halde üzdüğünü fark ettim. Onun üzülmesine ben de üzüldüm.

Evet, Sibel Hanım, böyle bir eser kaleme aldığı için öncelikle yürekten takdir edilmeli. Üç sebeple takdir edilmeli:

1. Bir Müslüman Hanım olarak sözün gücünü önemsediği ve kalemi elinden bırakmadığı için. Üzerinde yaşadığımız topraklarda Müslüman olmak bir bedel istiyorsa, İslam’ın tesettür emrine sadık kalan münevver bir Müslüman kadın olmak bin bedel istiyor. İşte böylesi zor ve kor bir zamanda, Müslüman hanımların, İslami kimlik ve kişilikleriyle hak ettikleri mevzileri koruyup “ben buradayım ve hiçbir yere de gitmiyorum” demeleri hayati önem taşıyor. Kalemle, kelamla ilişkilerini kesmeyip kendilerini “görünmezliğe” mahkum etmeye çalışanlara rağmen, İslami kimlikleriyle görünmeleri önem taşıyor. Bu Müslüman kadını yok sayanlara verilmiş en etkili cevaplardan birini teşkil ediyor. Bu “ya bizim istediğimiz şekilde kamusal alanda var olursunuz, ya da size hayatı zehir ederiz” diyenlere verilmiş bir cevap. Bu cevabın açılımı şu:  “Bizler, sizin istediğiniz şekilde değil, Allah’ın istediği şekilde kamusal alanda var olacağız”.

2. Hz. Fatıma gibi tüm çağlarda Müslüman kadına model olan “can parçası”na dair bir eser kaleme aldığı için. Hz. Fatıma, Son Nebi’nin canı canından, kanı kanından olan son hatırası. Allah Resulünün diliyle “babasının anası”. Ne demek “babasının anası”? Babasının sadece kızı değil, ona kol kanat geren, onu küfre ve şirke karşı verdiği zorlu mücadelede destekleyen, yanında kimselerin kalmadığı çok zor anlarda Peygamber babasının üzerine tir tir titreyen ana yürekli bir evlat demek. Hz. Fatıma, Allah Resulünün soyunun sürdürücüsü. Anneler annesi Hz. Hatice’nin gülü, Cennetin efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in annesi, “ilmin kapısı” Hz. Ali’nin eşi. Hepsinden öte o, Müslüman kadının kıyamete kadar yaşayacak olan modeli. Bizzat Allah Rasulü elinde yetişmiş, vahiyle inşa olmuş, ehl-i beyt-i Mustafa’nın orta direği olan bir isim Hz. Fatıma.

Hz. Fatıma’yı yazmak cesaret ister. Çünkü Hz. Fatıma’yı yazmak ister istemez netameli konulara girmeyi gerektirir. Onlara girmeden Fatıma yazılamaz. O konulara girince de fincancı katırları ürker. “Varsın ürken ürksün” diyebilen “er kişi”dir; kadın da olsa “er kişi”dir; eskilerin ifadesiyle “ricalu’n-nisa”dandır, yani “kadınların yiğitlerinden”. Hz. Fatıma’yı yazmak bir erkekten çok bir kadına yakışırdı. Çünkü o bir kadın. Bir kadını en iyi yine bir kadın anlar. “Babasının anası”nın ruh dünyasını anlamak için, Allah’ın kadınlara bahşettiği “annelik” içgüdüsüne sahip olmak gerek.

3. Hz. Fatıma’yı Sünni Şii demeden, ulaşabildiği tüm İslami kaynakları tarayarak yazdığı için. İşte işin bu yönü, belki de en önemli yönüdür. İsrail ve ABD gibi İslam düşmanı güçlerin burnumuzun ucunda mezhep savaşlarının fitilini ateşlediği böyle hassas bir dönemde, İslam ümmetinin vahdeti, her zamankinden daha bir önem arz etmektedir. Bu vahdet lafla olmaz. Kaldı ki, İslam medeniyetinin ürettiği bilgi birikimi, bu şunundur, o onundur diyerek atılamaz. Yıllar önce Kum medreselerini gezerken Ayetullahların molla adaylarına Kütüb-i Sitte’yi ders olarak okuttuklarını görmüş, hem şaşırmış hem sevinmiştim. Bunu açtığım bir molla şöyle demişti: “Bizde istisnasız her Şii alimin kitaplığında Kütüb-i Sitte bulunur; sizin alimlerinizin kitaplığında da el-Kâfî bulunur mu?” Ben tabi ki susmakla yetindim. Çünkü o zamanlar çok azı hariç bizim ulema değil bulundurmayı düşünmek, adını dahi belki bilmezdi el-Kâfî’nin. Şia’nın hadis kaynağı olan bu eserin iddiası, yalnızca Ehl-i Beyt imamları kanalıyla gelen hadisleri içermesiydi.

Ğadir-i Hum olayı, Kırtas rivayeti, Resulullah’ın mirası ve Fedek arazisi vs. Bu ve buna benzer okuyanın durduğu yere göre yorumladığı hadiseler, İslam ümmetini oluşturan siyasi mezhepler arasında kan davasına dönüştürülemez, dönüştürülmemeli. Sibel Hanım’ın bu derin okuma çabasını, bu gibi başlıklardan yola çıkarak mahkum etmeye çalışmak insafla bağdaşmaz. Herkese “can parçası”nı okumayı tavsiye ediyorum. Bu eser ve değerli yazarı, tebrik etmeyi fazlasıyla hak ediyor. Aşk olsun ehl-i himmetin gayretine!

Yorum Yaz