Fetret Döneminde Düşünce Üretmek

İçinden geçtiğimiz şu uzun fetret döneminde, Müslümanlar tarafından üretilen düşüncenin en belirgin özelliği “kaotik” olmasıdır. Çünkü kaos, fetretlerin en belirgin niteliğidir.

Fakat kaos “beşeri olan”la ilişkilidir. Bu nedenledir ki hayatın her hangi bir alanında kaos gördüğünüzde, orasının insan müdahalesine maruz kaldığını düşünebilirsiniz. Dolayısıyla şöyle bir önerme yapmamızda hiçbir sakınca yoktur: Kaosun faili insandır.

İlahi olanda, kaos değil kozmos, yabancılaşma değil yerini bilme, çatışma değil uyum, ayrışma değil ‘bir’leşme, dengesizlik değil denge hakimdir. Bu nedenledir ki, beşeri olan, ilahi olana ne kadar yaklaşabilir, ona kendisini ne kadar inşa ettirebilirse, o oranda kaostan, yabancılaşmadan, çatışmadan, ayrışmadan, dengesizlikten uzaklaşıp kozmosa, yerini bilmeye, uyuma, ‘bir’leşmeye, dengeye yaklaşır.

İnsan tarafından üretilen düşüncenin (tabiî ki onun sonucu olan “eylemin” de) bu kavram zıtlarından hangisinin hizmetinde olduğu, onun düşüncesinin hangi kaynaklardan beslendiğiyle ilgilidir. Kaostan beslenen düşüncenin, kozmosa hizmet etmesi düşünülemez. O, “fetret dönemi düşüncesi”dir ve tüm tipik özellikleriyle “düşüncede fetret”i temsil eder.

Bu tür düşünceyi üreten insanın “Müslüman” olması, ürettiği düşüncenin de “Müslüman” olmasını gerektirmez. “Müslüman düşünce”, ancak vahiy tarafından inşa edilmiş bir tasavvur ve aklın ürünü olabilir.

Aklın çivisini kim çakmışsa, koordinatlarını kim belirlemişse, ürettiği düşünce de onun işine yarar ve onun hesabına kaydedilmelidir. İşte hayatımızı üzerine bina ettiğimiz büyük-küçük, iyi-kötü, kâr-zarar, başarı-başarısızlık, hayat-ölüm, güzel-çirkin, hak-batıl, kalıcı-geçici, değerli-değersiz, yüce-alçak gibi kavram çiftlerinin içinin doldurulduğu yer olan “tasavvur”, hüküm vermek için muhakeme eden akla çakılan çivinin ta kendisidir.

İslam kelamı, “elfaz-ı küfür”den söz eder. Yani “küfür sözler”. Fakat bu disiplinin söz etmediği, ama istikrai bir okuma sonucunda vahyin üzerinde çok durduğu insan ürünü iki küfür türü daha görüyoruz: Efkar-ı küfür ve ef’âl-i küfür. Yani, “küfür fikirler” ve “küfür eylemler”. Fıkıhçılar, “elfaz-ı küfür” dışındaki bu iki kategoriyle ilgilenmemişlerdir. Bu bir yandan iyi de olmuştur; çünkü aksi durumda bu iki kategori de tıpkı “elfaz-ı küfür” bahsinde olduğu gibi klişeleştirmeci ve kodlamacı bir yaklaşımla ele alınacaktı.

Aslında bunlar birbirine bağlı entegre bir üretim sürecidir. Yanlış kavramlarla inşa edilen bir tasavvur elbette aklı yanlış yönlendirecektir. Bunun sonucunda üretilen düşüncenin (efkar) doğru olması beklenemez. Bu insan, düşüncesini dile getirdiğinde (elfaz) elbette yanlış konuşacaktır. Düşünüp dile getirdiklerini uygulamaya koyduğunda da (ef’al) aynı şey geçerlidir; yanlış yapacaktır…

“Küfür” sapmanın dip noktasıdır. Deyim yerindeyse, hakikatin baş aşağı çevrilmesi halidir. Hastalıklı tekfirci düşünceye geçit vermemek için hemen söylemeliyim ki, sapma açısı yoktur, açıları vardır. Ve Müslümanlar’ın ürettiği İslami olmayan düşünceler, kesinlikle “takfirci” çağrışımların dışında ele alınıp tahlil edilmelidir.

İçinden geçtiğimiz şu uzun ve netameli fetret döneminde Müslümanlar’ın “Müslümanca düşünce” üretme konusundaki zaaflarını anlamak için, onların hayat karşısındaki konumlarını iyi tahlil etmek gerekir.

1. Hayatın altında kalanlar.
2. Hayata bigane ve lakayt kalanlar.
3. Hayatın binicisi olanlar.

Hayatın altında kalanlar: Hayatın bineği olmayı kabullenenlerdir. Onlar hayatı değil, hayat onları yönlendirir. Hayatın öznesi değil nesnesidirler. Müdahil olmazlar, maruz kalırlar. Hayatı kim biçimlendirirse onları da o biçimlendirir. Dolayısıyla “ulu’l-elbab”dan (=öz akıl/tasavvur sahipleri) değildirler, “ekseru’n-nâs”a (=yığınlara, kalabalıklara) mensupturlar.

Hayata bigane ve lakayt kalanlar: Onlar “etliye sütlüye” bulaşmazlar. Bunlar içinden düşünce üretenler, “suya sabuna dokunmadan” düşünce üretmenin bir yolunu bulmuşlardır. Hayatın içinden konuşuyormuş gibi yaparlar, fakat her seferinde tam kalenin önünde topu “taca” atarak “düdük sahibinin” hassasiyetlerinin farkında olduklarını belli ederler.

Bu kategoride üretilen düşünceler ister istemez “kekeme” olmak zorundadır. “Ehassu’l-havass”a hitap etme saplantısının temelinde, biraz da ?belki hepten- “sıkıntıya gelememe”, “zülfüyâre dokunmama”, “çalıyı dolaşma” tavrı belirleyicidir. Hayatın altına girmekten kaçınmalarının temelinde “risk almama” titizliği yatar.

Hayatın binicisi olanlar: Bunlar, hayatı yeniden inşa etmekle mükellef olduklarının bilinciyle sorumluluk alırlar. Tabiî ki risk de alırlar. Ödemeleri gerekiyorsa bedel de öderler. Zaten tasavvur ve akıllarını vahiy inşa etmişse, buna mecbur ve mahkumdurlar. Çünkü vahyin inşa ettiği, çivisini vahyin çaktığı bir akıl, sahibini peygamberler kervanının bıraktığı izin peşine takılmaya mecbur eder. Bu da tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve hayatı, bir zincirin iç içe geçmiş halkaları bilmekten geçer.

Hayat atı ne kadar huysuz, ne denli yılkı olursa olsun, vahyin inşa ettiği Müslüman aklına sahip biri, bu atın suvarisi olmayı, jokeyi olmayı göze almak zorundadır.

Kaostan beslenen fetret dönemlerinin ‘konjonktürel’ yalanlarını ciddiye almadan. Alırsa ne mi olur? O “düşünce” de “konjonktürel” olur.

Rızık kazanırken “Bugün yiyelim de, yarına Allah kerim” diyebilirsiniz. Fakat düşünce üretirken “Bugün bunu üretelim de, yarına Allah kerim” diyemezsiniz.

Yorum Yaz