Statükoya dayanarak ıslah ve tecdit mümkün müdür?

ASAM (Akabe Sosyal Araştırmalar Merkezi) Okumalarının bu ayki eseri, büyük İslam müceddidi Şâtıbi’nin el-Muvafakat isimli müstesna eseriydi.

Bu eserin içeriğine yansıyan adı, onu müstesna kılan unsurların başında geliyordu:  El-Muvafakat, yani “uzlaşılar, ittifaklar”… Herkesin ihtilafları, farklılıkları öne çıkarıp onları abarttığı, ait olduğu kampı kutsayıp, kendi çizgisinin dışında kabul ettiklerini yok saydığı, “el-Furûk” (Farklılıklar), “el-Fark”, “el-Fark beyne’l-Firak” (Ekollerarası İhtilaflar) gibi isimler taşıyan kitaplar yazılmasının gelenekselleştiği bir dönemde “ittifak” ve “uzlaşma” ihtiyacını öne çıkarıp kaleme aldığı esere “el-Muvafakat” adını koymasında, yazarın kişisel duruşunun yanında, çağındaki çözülmeden yola çıkarak Müslümanların ihtiyacını fark etmiş olmasının da büyük payı var.

Şatıbi’nin yaşadığı zaman dilimi (öl. 1388) 700 yıllık muhteşem Endülüs Medeniyetinin ölüm hastalığına yakalandığı bir zaman dilimidir. Endülüs Hilafeti çoktan son bulup beylikler dönemi başlamıştır. Endülüs’ün ellerinde tükendiği son hanedan olan Nasriler Hanedanı iktidardadır (1232-1492). Çok değil Şatıbi’nin ölümünden yaklaşık bir asır sonra Endülüs güneşi tarihin bağrında ebediyyen batacaktır.

Klasik İslam Fıkıh Metodolojisi’ni formel hale getiren ismin İmam Şafii olduğu bilinen bir gerçek. Önce yaşadığı Bağdat’ta kaleme alıp, daha sonra göç ettiği Mısır’da yeniden yazdığı er-Risale’sini, güzel bir tevafuk eseri olarak ASAM’ın bundan evvelki müzakeresinde tartışmıştık. Şafii, hükümleri “lafız” ve “illetler” üzerine bina ederken (gibi yapar), Şatıbi, hükümlerin illetleriyle birlikte “maksat” ve “hikmetlerine” bina edilmesi gerektiğini savunuyordu.

İki isim arasındaki bu fark aslında çok daha temel bir açı farklılığına dayanıyordu: Bu açı farkını şu iki cümleyle özetleyebiliriz: Din Allah içindir – din insan içindir. Şafii birinciden yana olduğu için, illetlerine bina ettiği hükümlerde dahi asıl olanın “taabbud” (kulluk) olduğunu dile getiriyordu. Yani Şafii metodolojisinin merkez kavramı “taabbüd” olarak ortaya çıkıyordu. Buna karşın Şatıbi, metodolojisinin merkezine “maslahat” kavramını yerleştiriyordu: Ona göre, dinin tek amacı vardı: İnsanın iki dünyada da mutluluğunu sağlamak. Soru biçiminde ortaya koyduğu bir pasajda şöyle diyordu, “Şeriatın konuluşu bir hikmet ve maslahata dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya Allah’a dönük olacaktır, ya da insanlara. Maslahatın Allah’a yönelik olma ihtimali imkansızdır; çünkü O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur… Geriye maslahatın sadece insana dönük olma ihtimali kalmaktadır.” (II/117)

Şatıbi’nin bu yaklaşımı metodolojik bir içtihaddır ve o hiç şüphe yok ki sadece füruda değil usulde de müctehit ve müceddittir. Bundan dolayıdır ki, her yenileyici gibi, çağdaşlarınca anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmaktan yakınır el-İ’tisam adlı eserinin girişinde:

“…ve bu doğrultuda yavaş yavaş bazı konular üzerinde çalışmaya başladım. Tabii hemen kıyamet koptu, suçlandım, kınandım ve hedef tahtası haline geldim. Niçin mi? …Namazdan sonra topluca yapılan dualara katılmadığım için duayı anlamsız bulmakla suçlandım. Hutbede Raşit Halifelerin ismini anmadığın için Rafizîlik ve sahabe düşmanlığıyla itham edildim. Yine hutbede dönemin yöneticilerini zikretmediğim için devlete başkaldırı yanlısı olduğum söylendi. Herkesin gönlüne göre değil, sağlam nakil ve görüşlere göre fetva verdiğim için dini zorlaştırmakla suçlandım. Sünnete ters düşen hurafeci sufilere karşı çıktığım için evliyaullaha düşman olduğum söylendi. Bunların hepsi tabii ki bana yöneltilmiş birer yalandı. Her şeye rağmen Allah’a hamdolsun!”

Şatıbi’nin başına gelen bununla da sınırlı değil. O aynı zamanda, fincancı katırlarını ürküttüğü için hapis yatan bir düşünce suçlusu.

Evet, sadede gelelim: Şatıbi, klasik içtihat metodunun imkanlarının tükendiğini görüp metodolojik prensipleri yeniden yapılandırmaya girişmişti. Bunu yaparken, bugünün sırtını resmi ideolojiye dayayan kerameti kendinden menkul “mücedditleri” gibi “kendinden nefret etmiyordu.” O ıslah edeceğim diye çıkıp ifsat etmedi, gerçekten ıslah etmeye çalıştı; bunu imanı, irfanı, ihlası ve celadetiyle yapmaya, ruhunu ve ilmini satmadan yapmaya çalıştı.

Bugün cevap verilmesi gereken soru şu: Sırtını statükoya dayayarak, resmi ideolojiyle hesaplaşmadan, fincancı katırlarını ürkütmek şöyle dursun, o katırların yüküne ortak olup sermaye yatırırak “tecdit” ve “ıslah” mümkün müdür?

Asıl tartışmamız gereken “tecdit” ve “ıslahın” gerekliliği değil, işte budur. Değilse, bizce, usul-i fıkhın dahi yenilenmesi yeterli değildir; asıl yenilenmesi gereken “usul-i tefakkuh”tur; yani tevhid ve adalete dayalı “yeni bir düşünce yöntemi”. Çünkü Şatıbi nesli ile bizim neslimiz arasında temel bir fark var: O nesillerin dünyası, ne denli parçalanmış da olsa, Müslümanlar’ın metbu ve üstün medeniyet, Müslüman olmayanlarınsa tâbi ve aşağı medeniyet oldukları bir dünya idi; bugünün dünyası ise tam tersi. Ters dönmüş bu piramidi tekrar eski haline döndürecek olanların evvela kendi duruşlarını düzeltmeleri gerekiyor.

( 26 Mayıs 1999 )

Yorum Yaz