İlmin ve âlimin itibarı

Babası Rumeli Beylerbeyi olan Osmanlı alimlerinden birine, neden babasının mesleği olan “askeriyye”ye değil de “ilmiyye”ye intisap ettiği sorulmuş.

Bu tercihini küçük yaşlarda yaşadığı bir olayla açıklamış: Daha çocuktum. Konağımızda kalabalık toplantılar olurdu. Ama babam hep en çok saygı gören ve hep en yüksek yerde oturan kişi olurdu. Yine böyle bir toplantıda, ilk kez, babamın, yerini kavuklu bir amcaya terk ettiğini gördüm. Bu kez babam da dahil herkes ona hürmet ediyordu. Ben de kendi kendime dedim ki: “Demek ki bu babamdan büyük, ben de büyüyünce bunun gibi olacağım.”

Âlimin itibarı ilmin itibarıdır. Elbet şu da doğrudur. Âlime gösterilen hürmet ilme gösterilen hürmettir. Âlim hürmet görürse, ilim talibi olmak cazip hale gelir. Çünkü tabiatı gereği insan, iltifat görmeyen bir alanda marifet göstermek istemez.

Bir toplumun en cins beyinleri, o toplumda yükselen değerlere eğilim gösterir. Şairin dediği gibi: “Marifetler iltifata tabidir/Müşterisiz meta zayidir” itibar gören meslek yükselir. Tersi de geçerli: Bir mesleği öldürmek istiyor musunuz, onun itibarını aşındırınız.

Bu ülkeyi yönetenlerin, başından beri takip ettiği resmi politika, dinle ilgili kişi ve kurumların itibarını yok edecek her türlü uygulamayı teşvik etmek olmuştur. Tek parti yıllarında, medreseleri kapatılan ve sokağa terkedilen âlimlerin dilenmeye mahkûm edildiğinin sayısız örneklerini, o günleri yaşamış olanların ağzından bizzat dinlemişimdir. Müslüman cemaatten iane ve ekmek dilenecek kadar horlanmış olan bu insanlara “cerci hoca” adı takılmıştı.

Hangi çocuk, kendisini ekmek dilenmeye mahkûm edecek bir mesleğe intisap etmek ister ki? Zaten amaç da buydu. Bu ülkenin cins çocuklarını din alanından soğutup nefret ettirmek. Aslında bu ülkede halen yaşadığımız âlim kıtlığının nedeni de bu değil midir? Bir dostum, merhum Fazlur Rahman’ın, karşılaştığı Türkiyeli ilahiyatçıların seviyesine bakarak, “Sizin toplum, dini ilimler alanına vasat ya da vasatın altında olanları mı layık görüyor?” dediğini nakletmişti.

Adamın üç dört çocuğu vardır. Türkiye’deki üniversite seçme ve yerleştirme sisteminin çarpıklığını da bahane ederek en zeki ve en yeteneklisini pozitif ya da beşeri bilimlere yerleştirirken, en düşük seviyelisini dini ilimlere reva görür. Bu, Allah’a sadaka olarak malının en işe yaramazını sunan Kabil kompleksi değil de nedir? Bu insanın dinini dünyasından daha fazla önemsediğine kim inanır?

Bu ülkede en yüksek puanlı üniversiteleri tercih etmesi durumunda kazanacağı halde tek tercihi İslami ilimler alanı olan dirayetli, erdemli ve bilinçli cins kafa gençlere ihtiyaç vardır. Hem keyfiyet hem de kemiyet olarak ilmin yüzünü ağartacak alim adaylarına ihtiyaç vardır.

Fakat!

Hırsızın hiç mi suçu yok?

“Ekran uleması” sorumludur

Bugün yaşadığımız ilim ve âlim yoksulluğunun bir numaralı müsebbibi belki de, ilmin ve alimin itibarını düşürenlerdir. Şu Ramazandan Ramazana ekranı baştan sona işgal eden ulemamıza bir bakın! Gündeme getirilen meselelere bir bakın!

Bunlardan biri de kaç Ramazandır temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilen Türkçe Kur’an(!), -Türkçe ibadet- meselesi.

Bu tartışmanın taraflarını başta samimi bulmadığımı söyleyeyim. Namazsız niyazsız kişilerin, ibadetleri hakkında ahkâm kesmesini terbiyesizlik olarak niteleyen secde ehli, bu tutumunda haklıdır. Yok, bu işi namaz kılanlar savunuyorsa, onları tutan bir şey mi var? Eğer sayıları bir cami dolduracak kadar varsa, keselerinden bir cami inşa etsinler, o çok savundukları “Türkçe ibadetin” uygulamasını göstersinler de öğrenelim.

Namazın dili vahyin dilidir. Kur’an’ın dili de öyle. Kaldı ki namaz entelektüel bir faaliyet değildir, ibadettir. İbadetin dili “söz”e değil “öz”e dayanır. Çünkü ibadet insanın Allah’la kurduğu özge bir iletişim dilidir.

Kur’an’a gelince:

Kur’an’ın iki dili vardır; birincisi beşeri dil, ikincisi metafizik dil. Beşeri dili Arapçadır ve elbet anlaşılmalıdır. Çünkü Kur’an anlaşılıp hayatı yeniden inşa etsin diye gönderilmiştir. “Oku!” emri “anla”yı da içerir.

Fakat Kur’an’ın bir de metafizik dili vardır ki, o dil bülbülün ötüşüne, ırmağın şırıltısına, ormanın uğultusuna benzer. Afrika’nın bülbülleri Huasaca ötmez. İngiltere’nin ormanları İngilizce uğuldamaz. Tuna Viyana’dan Karadeniz’e kadar hep aynı dili kullanarak akar.

Kur’an’ın üst dili de böyledir. O, kulakla değil yürekle dinlenir ve anlaşılır. İşte o ibadette okunan Kur’an’ın dilidir ve bu dilin insanın akleden kalbine üşüştürdüğü anlamlar bambaşka anlamlardır.

Kur’an’ı hem anlayın, hem dinleyin

Bugünler her zamankinden daha fazla Kur’an’la haşir neşir olacak günlerdir. Çünkü bu bereketli zamanların vesilesi Kur’an’dır. Meselâ bu Ramazan’da Kur’an’ın anlamı baştan sona bitirilmeliydi. Kur’an’ın mesajı kendi bütünlüğü içerisinde ancak böyle kavranabilir. Fakat ben, giderek azalan bir lezzeti daha hatırlatmak isterim: Kur’an tilaveti dinlemek.

Bugünlerde yoruldukça beni dinlendiren ve teselli eden tek uğraşım Kur’an dinlemek oluyor. Bu doyulmaz zevki bana yaşatan, Kâbe İmamı Ahmet el-Acemi’nin o içten, o anlayarak ve anlamını ruhunda yaşayarak okuduğu Kur’an. Acemi’nin arkasında Kâbe’de kıldığım sabah namazları geliyor gözümün önüne. Bazen üstadın sesi beni alıp götürüyor, kendimi Kâbe’de sabah namazı kılıyormuş gibi hissediyorum. İnce yürekli Acemi, insanın iç dünyasında fırtınalar estiren kıyamet sahnelerini anlatan ayetlere gelince, sesine gözyaşını da katıyor. İşte o zaman, bu sesin neden yüreğinize işlediğini anlamakta zorlanmıyorsunuz.

Ben dönüp dönüp dinliyorum. Okurlarıma da tavsiye ediyorum. Hatta dinlerken bir yandan da anlamı mealden takip edilirse, Kur’an’ın iki diline de muhatap olunmuş olur.

Hatim adlı bir tek CD’de Kur’an’ın bütünü hem de görüntülü olarak dinlenebiliyor. Kur’an’ı Acemi’nin sesiyle bize sunan Adım Prodüksiyon ve başından beri bu proje için olağanüstü çaba sarf ettiğine yakından tanık olduğum Hakan Sarıhan, takdire şayan bir hizmete imza atmışlar. (İstek için tlf: 0212/534 09 94; faks: 0212/631 06 15)

( 18 Aralık 2000 )

Yorum Yaz