İmam demek ”ana yürekli adam” demektir

Bu köşede bir zamanlar “İmam görünce neyi hatırlıyorsunuz?” başlıklı bir yazı yazmıştım.

Bu sorunun cevabı belliydi: Ölüm. Söylemeye bile gerek yok, bu hatırlamanın, öyle sufilerin içsel arınma yöntemlerinden biri olarak kullandıkları “mevti tefekkür” cinsinden olumlu bir hatırlama olmadığı açık.

Sokaktaki dünyevileşmiş tipin gözünde, ölümün hiç de iyi bir imajı yok. Anlayacağınız öyle ters bir hal ki, imamla cenaze arasında mülazemet ilişkisi kurulmuş. Sanki imamın olduğu yerde, mutlaka bir cenaze olmak zorundaymış gibi.

Hemen söyleyelim ki, bu imaj, bu ülkede yaklaşık yüzyıldır uygulanan din-devlet ilişkilerinin yamuk tabiatından kaynaklanan bir imaj. Hedef Hristiyanlığa benzer bir İslam, İncil’e benzer bir Kur’an, kiliseye benzer bir cami olunca, elbet imamı da bir “kuşa” benzetmek isteyeceklerdi. İşte imam görünce ölü ve ölümün akla gelmesinin böyle hazin bir hikayesi var.

Bu hazin ve bir o kadar da ihanet kokan hikayeyi tersine çevirmek mümkün mü?

Allah var, imkansızlık yok. İmanın en büyük imkan olduğunu bilen bir mü’minin ağzından “imkansız” lafı öyle ulu orta dökülemez. Değil mi ki, Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır.

Önceki yazıya aldığım tepkiler çeşit çeşit. İnsanımızın hayli yekun tutan bir kısmı imamlardan, onların bağlı olduğu Diyanet’ten ümit kesmiş. Bir kısmı hala ümitli olduğunu ifade ediyor, fakat bahaneler sıralamaktan da geri kalmıyor. Çok az bir kısmı ise “Bu iş olur” kararlılığında. Onlar “Bir tane varsa, binlerce olabilir” diyenler. Onlar “Kötü misal emsal olmaz” diyenler. Onlar “Bu coğrafyanın suyu ve toprağı, bu tohumu yetiştirecek kaliteye sahiptir” diyenler.

İlginç, imamlardan umut kesenler arasında imamlar da var. Yahu, bu nasıl iş! Olur, mu öyle şey? Umut imanın çocuğudur, çocuğunu öldüren anasını ağlatır. Nasıl kıyar insan, imanın çocuğuna?

Bazıları maaş azlığından şikayet ediyor. Doğru, imamların maaşları gerçekten çok az. Ama bu imamlık/rehberlik/önderlik misyonunu asmanın mazereti olabilir mi? O zaman bu durumu “özrü kabahatinden büyük” olarak isimlendiren birilerine diyecek söz kalır mı?

Okumamanın, kitaptan uzak durmanın, cahil kalmanın mazereti maddi imkan olsaydı, varlıklıların hepsi “yetîm-i dehr, ferîd-i zaman, allâme-i dû cihân” olurdu. Yok, yok öyle bir şey. Adam olacak çocuk, adam olur, o kadar. Ne yapar yapar, olur.

Epey oluyor, Fahreddin er-Razî’nin tefsirini okurken bir şey takıldı gözüme: Surelerin tefsirinin sonuna düştüğü tarihler. Mesela Zuhruf suresinin sonuna şu tarihi düşmüş üstad: “603 yılının Zilhicce ayının 11. Pazar günü.” Üşenmedim kağıdı kalemi elime aldım ve 10 surelik bir kısmı hesapladım. Toplam sayfa adedini güne böldüğümde, her güne 20 sayfa düştü. Yani merhum müfessirimiz, her gün bu muhteşem ve müstesna tefsiri yazarken günde 20 sayfalık metin üretmiş. Bu sayfalar da, öyle beri benzer sayfalar değil. Elimdeki tefsirin ebadı A-4 ebadı ve sanırım Türkçe’ye çevirsek, her sayfası en az 2,5-3 sayfa tutar.

Bırakın yazmayı da, bu kadarını okuma konusunda bir sınava tabi tutsak, sayıları 70 binlere baliğ olan imamlar, müftüler, vaizler arasından kaç tane çıkar sınavı geçecek olan? Peki okumadan nasıl becerilir irşad, inşa, ikaz? Nasıl kazanılır ilim, irfan, hikmet, izzet, hatta îkan ve iman? Ve dahi insan?

“Niçin bu hallere düştük?” sorusunun cevaplarından biri de burada yatmıyor mu? Evet, “yattığımız için”, zamanı hovardaca harcadığımız için, Allah ömrümüzün, ömürlerin, nesillerin, paraların, ilmin bereketini çekip aldığı için.

İmamların asli işi ölüleri değil, ölü ruhları yıkamak, ölü akılları yıkamak, ölü yürekleri yıkamaktır. Bunun bir başka ifadesi de “dirileri yıkamak” olabilir. O yıkanacaklar camilere akın akın gelmiyor olabilirler. Onların da mazereti vardır, unutmayın. Çünkü camiye gelenler camiye geliş-gidiş arasında bir fark görememektedirler. Bu yanlıştır. Cami adamı “topladığı” için cami adın almıştır. Kendisine sığınanın duygusu, düşüncesi ve hayatı arasındaki dağılmışlığı ve çözülmüşlüğü onarıp, onu topladığı ve bir bütün kıldığı kadar “cami”dir.

Eğer yıkanacak “diriler” camilere gelmiyorsa, imamlar onları çarşılarda, pazarlarda, dükkanlarda, evlerde, salonlarda, hatta kahvelerde arar, bulur ve yaralarını sarar. Kahvehaneye onlarla oyun oynamak için değil, onlara hayatın oyun ve eğlence olmadığını, bir anlam ve amacının olduğunu, hayata anlam ve amaç verenin Allah olduğunu, Allah’sız bir hayatın anlamlı olamayacağını söylemek için gider.

Makamının yüz akı bir imam “İmam arkadaşların bile kulak asmadığı uyarılarıma, ilk defa girdiğim meyhanede meyhane müdavimleri kulak verdi” demişti. Ben şaşırmadım.

Her imam, büyük İslam ailesinin yitik çocuklarını, nerede kaybolmuşlarsa orada bulup yuvaya geri getirmenin acısını yüreğinde duymadıkça “imam” olamaz. Çünkü imam sözcüğü “anne” anlamındaki “ümm” sözcüğünden türetilir. İmam demek, insanların manevi istikbali üzerine tir tir titreyen “ana yürekli adam” demektir. Anaları ana yapan yürekleridir, ispatlanmamış iddiaları değil. İmamları imam yapan da yürekleridir, cüppe ve sarıkları değil.

 

Yorum Yaz