İmandan mahrum akıl nerede yanılıyor? (I)

Bu geç kalmış bir yazı, biliyorum.

Fakat itiraf edeyim ki, bu yazının konusu olan Ege Cansen’in Hürriyet’te 19.04.2003 tarihinde yayımlanan “İslam Nerede Yanılıyor?” başlıklı yazısını başlangıçta ciddiye almamıştım.

Çünkü yazı üç şey üzerine oturuyordu: 1. Din konusunda cehalet (İslam’la Hıristiyanlığı aynı sanma cehaleti sadece tahsille mümkündür); 2. “Bilim”den yana ve dine karşı önyargı (Yazının başlığına bakın: “İslam Nerede Yanılıyor?” Yani “İslam’ın yanıldığı kesin de, acaba nerede?); 3. Tüm tarifleri tahrif eden çarpık bir tasavvur ve akıl (başta “ideoloji”, “din”, “akıl”, “şeriat”, “bilim”, varlık kategorileri vs.).

Kendi kendime “sadece boynu değil, her tarafı eğri olan bu aklın neresini düzelteyim ki?” dedim. Dedim demesine de, beni bana bırakmadılar. Duyarlı okurlarım cevap vermem için zorladılar. Başta Dr. Nazmi Bilgin olmak üzere, bu yazı serisini, bu duyarlı okurlarımın “vebal atmaya” kadar varan ısrarı üzerine kaleme alıyorum.

Muhatabım Ege Cansen değildir. Zaten o, yazısını bana hitaben de yazmış değildir. Haşa, küçümsediğim için değil. Buna inancımın inşa ettiği terbiyem izin vermez. Yanlış da bulsam, fikir, insanoğlunun ürettiği en asil değerlerden biridir.

Sadece, kişileri değil, fikirleri tartışmayı doğru bulduğum için “muhatabım değildir” diyorum. İşte bu yüzden bir üstteki paragrafta “eğri” sıfatını ve yazının başlığındaki “yanılıyor” eylemini, yazının sahibine değil de, böyle hüküm veren “akla” izafe ettim.

İşte bu nedenle diyorum ki: Bu ülkede Ege Cansen, bir “özel isim” değil, bir “cins isimdir”. O bu ülkede, 19. yüzyıldan arta kalmış özellikle Fransız tandanslı “pozitivist kilisenin” ihlaslı ve saf müminlerinden sadece birisidir. Ülke nüfusu içinde oranları binde üzerinden hesaba dahil edilemeyecek kadar küçük olsa da, yine de onun gibi düşünen binlercesinden söz edilebilir.

Hemen belirteyim ki, Cansen, türdeşlerinden bazıları gibi halkın inanç ve duygularını rencide etmede “hard” değil, “soft” bir yöntemi benimsemiş. Buna da şükür. Çünkü biz açıkça bu milletin dinine ve imanına sövenleri de çok gördük.

En saygılısında bile, alttan alta bir mütehakkim eda görürsünüz. Bu ülkeyi “vatan”, bu vatan üzerinde yaşayan kitleleri “millet” yapan değerlere ve o değerlere inanan halka tepeden bakan, akıl hocalığı yapan, onların tercihlerini “banal”, “primitif” ve “sıradan” bulan bir eda.

Bu akıl, malumlarınız, “sera mahsulü”dür. Batılı bir pozitivistle Türkiyeli bir pozitivisti ayıran can alıcı nokta burasıdır. Orada bu akıl “serada” resmi ideolojinin müşfik ve cömert ellerinde “el bebek-gül bebek” yetişmedi. Batıda pozitivizm, kiliseyle dövüşe dövüşe, doğal sosyolojik süreçlerden geçerek gelişti. Onun için de, bizdeki gibi “hormonlu” değildir Batının pozitivistleri. Hem o pazarda, hormonlu olan ürünler pek müşteri bulamaz.

Bizde, Osmanlı’nın inkıraz dönemine denk geldiği için resmi ideolojinin serasında büyümeyen belki tek pozitivist vardı: Beşir Fuat. O da, kaybettiği imanının boşluğunu aklıyla dolduramayınca, çareyi intiharda buldu. O, tek sahici pozitivistti. Kilisenin olmadığı bir toplumda, pozitivist olma çılgınlığının bedeli buydu, onu da gözünü kırpmadan ödedi.

Peki, şimdikiler ne ödedi? Hiç. Sadece, resmi ideolojinin muzaheretine mazhar olmanın avantasıyla yan gelip yattılar. Büyük Türk Pozitivistleri (!?), koruma altına alındıkları 80 yılda, özgün düşünce adına ne koydular ortaya? Aralarında bırakın bir Auguste Comte yetişmesini, bir Littre, Tane, hatta bir H. Spencer bile çıkmadı. Hiçbir şeyin kopyası aslının yerini tutmazdı, bizdekiler doğru dürüst kopya bile olamadı.

Eğer “sera” mahsulü olup değerlerine yabancılaşmasalardı, özden uzaklaştıkları için akıldan da uzaklaşan Müslüman topluma bir “katma değer” olabilirlerdi. En azından, onların akla yeniden dönüşünde pay sahibi olabilirlerdi. Heyhat. Zerrece bir katkıları olmadı, olamazdı da. Sadece, pozitivist akıllarını, birer “statü aracı”, birer “kriko” olarak kullandılar ve resmi ideolojinin İslam’ın yerine yeni din olarak lanse ettiği “bilim kilisesi”nin “kutsal rahipleri” olarak bir elleri yağda bir elleri balda gül gibi yaşayıp bugüne geldiler. Arada sırada, nostaljik takılıp, 19. yüzyıldan hortlamış bir Fransız pozitivisti gibi, “Hıristiyanlık” sandıkları İslam hakkında yazılar döktürüyorlar.

İyi de, elin eskisini yeni diye bizim cahillerimize pazarlamak ayıp olmuyor mu? “Bitli baklanın kör alıcısı olur?” diye mi düşünüyorlar? Eh, ne diyelim, yiyene afiyet olsun.

Cansen’in yazısının ayrıntılarına daha ileride döneceğiz. Fakat burada yazının sağdan-soldan ödünç alınarak çatılan ana çatısı üzerinde durduk. Alınan ödünçleri asıl yerlerine iade edersek, geriye yazara ait bir şey kalmıyor.

Ama bunu yapmamız için önce yazının son cümlesini alıntılamamız gerekiyor: “Son söz: Bilim, din kapısından sığmaz; din, bilim kapısından sığar.”

Bu pozitivist akıl, muhatabına neyi anlatmış oluyor? Bu cümleyi kuran akıl ne kadar “mutlak” ve “tekçi” bir akıl böyle? Dini suçladığı şeyi kendisi yaparak, “bilim”le “din”i ters kutuplara yerleştiriyor. Bu aklın oldukça faşist bir “bilim” tanımı da olmalı. Oysa “Bilim nedir?” sorusunun cevabının, kıblegahı olan Avrupa’da bile, Aydınlanma’dan bugüne ne çok değiştiğini belki bilmiyor, belki bilmezden geliyor. Ya din? “Din” deyince bu akıl neyi anlıyor acaba? Peki ya bu aklın İslam’a “dinlerden bir din” olarak bakmasına ne demeli? Kendine “Fransız kalmak”, bu olsa gerek.

Bakmayın utangaçlığına. Bu akıl baklayı çıkararak konuştuğunda, “din”in yerine “bilim”i önerir. Yani, tıpkı bugün olduğu gibi “papaz cübbe ve kepini” papazın sırtından çıkarıp “bilim adamı” adını alan yeni “ruhban sınıfının” sırtına geçirir. Bu, pozitivist aklın rüyasıdır.

Nereden mi biliyorum? Pazartesi’ni bekleyin, nakledeyim.

Yorum Yaz