İslam bir hayır medeniyetidir (3)

Eski Hind’de hayır: Bildiğimiz manada hayır faaliyeti yoktur. Çünkü Hinduizm, Brahmanizm, Budizm gibi inançlar görünen alemin gerçek değil “hayal” olduğunu düşünürler. Onlara göre insanların sahip oldukları dünyalıklar da hakikatte birer görüntüdürler.

Sadece bu kadarla da kalmaz, bu medeniyetlere göre dünyalıklar kötülüğün kaynağıdır. Dolayısıyla birine hayır adı altında yardım etmek, onun kötülüğünü artırmaktır.

“Hind Dervişliği” kavramını işte bu bakış açısı doğurmuştur. Hind kökenli olan “bir lokma-bir hırka” düşüncesi, bazı tasavvuf okullarını etkilemiştir. İslam bu düşünceye geçit vermez. “Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver!” duasını Müslümana öğreten Allah’tır. “Dünya leştir onun talibi köpeklerdir” gibi asılsız sözler de Hind fakirliği düşüncesinin eseridir. İslam’da esas olan el karda gönül yarda olmaktır. Onun için aklı başında olanlar “Elimizde çok eyle, gönlümüzde yok eyle” diye dua ederlermiş. Kur’an’daki “Mallarınız ve evlatlarınız birer fitnedir” türü ayetler bunların kötülük değil “imtihan aracı” olduğunu ifade eder. El-Fetnu, madenin cevherini cürufundan ayırmak için ergitme işlemine verilen addır. Mal ve evlat, insanın cevherini cürufundan ayıran bir potadır.

Çin ve Pers’te hayır: Konfüçyanizm ve Zerdüştizmde yukarıdakinin tersine ve biraz da ona tepki olarak, dünya bir realite sayılmıştır. Konfüçyüs, toplumsal ve siyasal olanı tanzimi öne çıkarır. Bu ise otomatik olarak hayrın kaynağını toplumsal ve siyasal çıkara bağlamaktır.

Ahuramazda-Ehrimen (İyilik Tanrısı-Kötülük Tanrısı) tesniyesine dayalı Zerdüştizm’de, madde bir Rahman’ın bir Şeytan’ın eline geçen ve kimin eline geçerse onun aleti olan bir silah olarak resmedilir. Yukarıda bir nebze dile getirdiğimiz vahyin fitne anlayışı, çok daha dengeli ve tutarlıdır.

Eski Mısır’da hayır: Hayır, Firavun’a, yani “Güneş’in/Tanrı’nın oğlu”na hizmettir. Dolayısıyla hayrın hayrı kalmamıştır.

Yahudilikte hayır: Tevrat’ta hayır ilk 5 kitapta (pentatok) ve onu takip eden kitaplarda yok edilmiştir. Çok sonraları, Eyyub Kitabı’nda ortaya çıkar. Bunun anlamı “Babil sürgününden sonra” demektir. Yani, Yahudi ilahiyatı hayrı saf akidenin ve Allah inancının bir gereği olarak değil, sosyal şartların açtığı yaraları kapatmanın bir unsuru olarak görür. Zira M.Ö. 6. yüzyıldaki bu sürgün icat edilmiş Yahudi kimliği için de bir başlangıç olmuştur. Her ne kadar eldeki Tevrat’ta “İnsan için iyi olan tanrı için de iyidir” (Tesniye) denilir ve hayır yapanın karşılığını ahirette alacağı vurgulanırsa da (Mezmurlar), bu çok sönük ve silik kalır.

Talmud yapılan her hayrı meleklerin kaydedeceğini söyler. Talmud’da geçen “zakkut” (zekat) “temizlemek, arındırmak” ile alakalıdır. Sümmettedarik bir kimliğin sonucu olan Yahudi literatürü, “tov-ra” (hayır-şer) karşıtlığı üzerinde hayli durur. Bu tesadüf değildir. Zira Asurlulara karşı işbirliği yapıp Babil’i ele geçirmelerine yardımcı oldukları, karşılığında yeni bir kimlik ve yurt oluşturma izni kopardıkları Pers Zerdüştlüğü’nün Yahudilik kisvesine bürünmüş şeklidir. İşin sakat yanı, Yahudi ilahiyatı, hayrı ırkçı gelenekleri dolayısıyla İbrani kavmine hasreder. Irk merkezli bir hayır, hayır değil şerdir. Yahudilikte hayır, sadece “kutsal kavme” yönelik bir iyilik anlamına gelir.

Hıristiyanlıkta hayır: Kilise seküler/dünyevi olanın karşıtı olduğu için hayır sadece teolojik olarak tanımlanmıştır. Yani hayrın fıtri ve vicdani tarafı yok sayılır, hatta inkar edilir. Tabi üniteryen (muvahhid) İseviler buna karşı çıkar, hayrın fıtri olduğunu savunurlar.

Bu sakat anlayışın sonucu şudur: “Kilise dışında hayır olmaz”. Kiliseye göre hayır günahları örten biricik iştir. Yanisi şu: Günahın varsa hayır yaparsın, yoksa hayır yapmana gerek yok. Hayır bu yüzden Pavlus Hıristiyanlığında bir tür “günah çıkarma” aleti olarak görülmüş, giderek bu günaha karşılık Tanrı’ya verilen “rüşvet” ve “sus payı”na dönüşmüştür. Tabi ki bu mantık, adeta “paran kadar günah işle” demeye gelir. İslam’daki vakfın yerini, Hıristiyanlıkta kilise almıştır.

İslam, diğer medeniyetlerden farklı olarak hayrı Allah’a nispet eder. Temel espri: Allah için vermek, vermek değil almaktır. İnsana verilen tüm dünyalıklar emanettir. Mutlak mülkiyet Allah’a aittir. Mal fitne, yani imtihandır.

Hz. Peygamber döneminde kurulan Hisbe Teşkilatı, hayrın müessesesidir. Emr bilmaruf emrine ittibaen kurulmuştur. Bazı ulema, Hisbe’yi farz-ı kifaye sayar. Kâtip Çelebi, Hisbe’yi medeniyetin kurucu unsurlarından biri sayar.

Hisbe’nin tazir (Hapis, teşhir, sürgün, men) yetkisi vardı. Resulullah döneminde ikisi kadın 5 kişi              Hisbe ile görevliydi: Mekke’de Said b. As, Medine’de Abdullah b. Said, Ömer b. Hattab, Semra bt. Nüheyketi’l-Ensari, Şifa bt. Abdullah. Emevi, Abbasi, Endülüs, Fatımî, Selçuklu, Osmanlı, Babür, Safevi gibi Müslüman devletlerde Hisbe’nin farklı uygulamalarını görüyoruz.

Abbasilerin son dönemlerinde Hisbe’ye kardeş olarak Fütüvvet teşkilatı geldi. İslam’ı hayır yoluyla yaymayı gaye edinen Fütüvvut teşkilatı, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında bir numaralı rolü oynayan Gaziliğin ve Ahiliğin manevi kurucusu Evhaduddin Kirmani’yi Anadolu’ya gönderdi. Gaziyan-Baciyan-Abdalan örgütleri bu sayede kuruldu. Kurulan lonca örgütleriyle, “dünyevi” bir iş olan ticaret uhrevi bir hayra tebdil etti.

Fakat İslam medeniyetinde hayrı temsil eden en önemli müessese vakıftır. Tarihimizde hayatın her alanında vakıflar kurulmuştur. Mesela, Şam’da işi sırf ilkokul öğrencilerine yemiş dağıtmak olan “leblebi vakfı”nı söyleyeyim de, gerisini siz hesap edin. Bu yüzdendir ki vakıfların Müslümanların elinden alınması, İslam’ın evinin başına yıkılması demekti. Zaten bu kötülüğü yapanlar, bunun için yapmışlardır.  

Yorum Yaz