İslam düşüncesinin tarihsel krizleri

Önce, geçen yazımızda çizilen sınırları hatırlayalım:

  1. İslam demokrasiyle kıyaslanamaz. İkisi mahiyetleri itibarıyla farklıdır: Biri ilahi ve kutsal, diğeri seküler ve profandır.
  2. Bu kıyaslama sonucunda yaptığınız önerme ister “Demokrasi İslam’da vardır, hatta İslam’ın ta kendisidir” şeklinde, isterse “İslam totaldir, İslam varsa demokrasi olmaz” şeklinde olsun, yanlıştır. İkisi de birbirine zıt olmasına rağmen aynı batıl kıyas üzerine inşa edilmişlerdir.

Burada ortaya çıkan bariz hata şudur: Zıtlaştırmak ve çatıştırmak, aynılaştırmak ve yerine ikame etmek. Önce, zıtlaştırmanın mantıksızlığı üzerinde duralım:

Hz. Peygamber ve Raşit Halifeler dönemindeki İslami siyasetin, Kur’an’ın öngördüğü üçayak olan tevhid, adalet ve şûra sistemi üzerine oturduğu açık. Konjonktürden kaynaklanan uygulamadaki kimi sıkıntılar, İslami siyasetin bu temellerini görmememizi gerektirmiyor. Şunu kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki: Hicri 30 yılına kadarki Nebevi Siyaset dönemi, saltanat değildi ve bilinçli bir biçimde saltanata karşı alternatifti. Bunun delillerini bu köşede ve İmamlar ve Sultanlar isimli eserimizde ayrıntılarıyla işlemiştik.

Emeviler eliyle Nebevi Siyaset’in Sultani Siyaset’e dönüştürülmesi, Hz. Peygamber’in başlattığı süreçte bir kırılmadır ve siyasal bir tasfiye hareketidir. Emeviler’in Sasani ve Bizans yönetim modellerini uygulama işini, Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur, akıldanesi İbu Mukaffa’ın entellektüel maharetiyle “İslami siyaset teorisi”ne dönüştürür.

Arkası gelir: Güvenlik sorununu adalet ve meşveretin önüne yerleştiren Gazali ve Maverdi gibi alimlerce saltanat “İslamileştirilmiş” olur. İşte bu, fiili bir krizdir ve ondan sonra bu ümmet, kendi dışındaki bir uygarlık tarafından darmadağın edilinceye kadar siyasal anlamda bir “öze dönüş” projesini gerçekleştiremeyecektir.

Şimdi şu tespitin tam sırası: Şûrayı imanın 7 şartından biri olarak sunan Kur’an’a (Şûra 36-38) rağmen saltanat, güvenliği adaletten daha öncelikli gören alimlerin çabasıyla İslam’la özdeşleştirilmesine ses çıkarmayıp, şûra prensibine en yakın yabancı siyaset sistemi olan demokrasi için “İslam’ın hasmı değildir” demeye karşı çıkmanın tutarlı bir mantığı olamaz.

Gelelim “aynılaştırma ve örtüştürme”ye. Biz, bunun İslam düşüncesinde krize neden olacağını savunuyoruz. Bu konuda tarihsel iki örnek önümüzde durmaktadır.

Kuşeyri’nin o ünlü epistemik tasnifine göre “İslami” diye adlandırılabilecek bilgi sistemleri üçtür: Beyan, Burhan ve İrfan. Bu tasnifi esas alarak içini dolduran Cabiri’nin de isabetle teşhis ettiği gibi, Beyan bilgi sistemi İslam havzasında neş’et etmiş orijinal tek sistemdir ve bilginin nakille (nass) olacağı temeline dayanır ve aracı dildir. Burhan bilgi sistemi, bilginin akılla (logos) elde edileceğini söyleyen sistemdir ve aracı mantıktır. İrfan ise, bilginin sezgiyle (gnos) alınacağını söyleyen sistemdir ve aracı “mürşit”tir.

Beyan’ı söyledik. Köken olarak, Burhan Yunan Felsefesine, İrfan da Eski Mısır’a ait tevhitçi özellikler arz eden Hermetik Felsefeye dayanır. Kur’an bilgi sistemleri açısından tekilci değil aksine çoğulcudur. Bize göre, bütün bu bilgi sistemleri birbirleriyle zıtlaştırılmadan ya da aynılaştırılıp biri diğerinde yok edilmeden, hakikatin birer boyutu olarak doğru bir hiyerarşiyle insan düşüncesinin istifadesine sunulabilir.

Bizce Burhan, Beyan ve İrfan; bir cümleyi oluşturan üç eleman olan “isim, fiil, harf” gibidir. Burhan, akıl aracılığıyla “isim” gibi zaman ve mekan üstü değişmez değerler olan “zaruriyyat” (temel değerler)’ın tespitinde, Beyan, kendisine kaide olacak ismin üzerinde yükselerek “fiil” gibi, zaman ve mekanın gözetildiği “haciyyat” (ihtiyaçlar)’ın tespitinde, İrfan ise, diğer iki sistemin sınırları içerisinde kalmak şartıyla “tahsiniyyat ve tekmiliyyat” (güzelleştirici ve tamamlayıcılar)’ın tespitinde istihdam edilebilir. Benim yaptığım sadece bilgi sistemlerini Şatıbi’nin özgün usulündeki üçlü kategoriyle eşleştirmeden ibarettir.

Ama böyle olmadı tarihimizde. Ya Burhan, Beyan üzerinde, ya da Beyan Burhan üzerinde temellendirilmeye, hatta absorbe edilmeye çalışıldı. Eş’ari, Bakıllani, Cüveyni, Gazali ve Razi çizgisi bu krizin gittikçe derinleşen çizgisidir. Bu çizginin Kelam’la Felsefe’yi sistemlerin iç bütünlüğüne bakmaksızın eklemlemeye çalışmaları düşünce krizine yol açmıştı. Bendeniz bu krizi 8 yıl önce İman’ı yazarken fark etmiş ve bu entelektüel krizin bu ümmet üzerinde siyasal ve sosyal sonuçlarını ifade edecek kelime bulamamıştım. Cabiri bana yardımcı oldu.

Öte yandan İrfan ile beyan arasında böyle bir temellendirme girişimi oldu. İbn Sina, İhvan-ı Safa, İbn Arabi çizgisi ve İsmaili filozofların iki sistemi birbirine kalb etme çabaları da krize yol açtı. Bu çabayı anlamak için İbn Sina’nın Tefsiru Sureti’l-İhlas ve’l-Muavvizeteyn’ini dikkatlice okumak dahi yeter.

Buna karşın, bu sistemleri birbirinin aynı ya da zıddı değil birbirinin mütemmimi olarak gören (bkz. Faslu’l-Makal) İbn Rüşd, onun fıkıh usulündeki naziri Şatıbi, tarihteki naziri İbn Haldun, hadisteki naziri İbn Teymiyye ve benzerlerinin çizgisi akim kaldı.

Evet, başa dönelim: İşte yukarıdaki nedenlerle, İslam’la Burhan bilgi sisteminin istismarcısı Batı’nın bir ürünü olan demokrasi birbiriyle aynılaştırılamaz.

NOT: Önümüzdeki iki hafta, siz okuyucularıma, Kudüs, Amman, Mekke ve Medine’den yazmaya çalışacağım.

( 4 Ağustos 2000 )

 

Yorum Yaz