İslam ve Ekonomi – Maruf Vakfı Konuşmasından Satırbaşları Kasım 2016

Bismillahirrahmanirrahim;

Kur’an’da baştan sona ekonomi ile ilgili bir sure var, Kureyş suresi. Hatta baştan ekonomi ile başlar “ Kureyşin ilafı hürmetine”. Kış ilafı Güneye Yemen’e, yaz ilafı Kuzeye Şam’a. Başka bir şey için bu beytin rabbine kulluk etmiyorlarsa, yazın ve kışın ticari seferlerin hürmetine kendilerini ihya eden, kendilerini bölgede var kılan bu ilaf hürmetine etsinler ki Allah onları açlıktan bu sayede kurtardı. Yani açlık korkusundan bu sayede emin kıldı.

VARLIK TASAVVURLARI

Varlık felsefeleri farklı olanlar, farklı varlık hiyerarşisi kurarlar. Bizdeki varlık hiyerarşisi, Yunan batı aklındaki varlık hiyerarşisi ile aynı değildir. Yunan batı aklında varlık hiyerarşisi şu sıraya göre kurulur; Âlem, Tanrı, insan. Esasında niye âlemden sonra geldi Tanrı? Zira Yunan’da tanrılar insanların içinden seçilmişlerdir. Zeus’u bir kadın doğurmuştur. Diğer Yunan Panteonunu oluşturan on iki tanrı içinde aynı şey geçerlidir. Dolayısıyla hepsi birbirini doğurmuştur. Mısır Panteonu da öyledir vb. Onun için tanrılar âleme içkindir. Âleme aşkın değildirler. Âlemden sonra gelirler. Tabii onların da âlem dediği nedir? Genelde güneş sistemi ve onların güneş sisteminden algıladıkları da yedili bir sistemdir. İnsan burada tanrılardan sonra üçüncü unsur olarak geliyor. Onun için Yunan’da âlem kadimdir yani yaratılmamıştır. Çünkü tanrılar âlemin içindedir içkindir. Âleme içkinse hangi tanrı âlemi yaratacak? Yaratması için aşkın olması lazımdır. O nedenle tanrılar çalarlar, öldürürler, zulmederler vb.

Fakat İslam aklında bu sıra böyle değildir. Allah, ondan sonra insan, ondan sonra âlem. Fakat Kur’an aklında bu üçü aynı alan içinde değildir. İki ana alan vardır. Bir, mutlak sonsuz sınırsız alan Allah. Gerisi mukayyet sonlu sınırlı Âlem ve insan. Yani biri halik diğerleri mahlûktur. Dolayısıyla Allah mutlak olan tek varlıktır. Onun için mülkün sahibidir. Allah’ın âlemle ve insanla ilişkisi yaratan yaratılan ilişkisidir. Yani bir hiyerarşi yoktur. Bu bir piramit sistemi değildir. Piramit sistemi İslam’a Kur’an’a taban tabana zıt bir sistemdir. Panteizm dediğimiz anlayış, İslam tasavvufuna vahdeti vücut şekilde girmiş bir sistemdir. O sistemde mahiyet farklılığı yoktur. Alttan üste veya üstten alta geçiş mümkündür. Tanrı bazen yukarıdan aşağı iner ve insanın içine girer. İnsanla birleşir. Bu da iki şekilde olur. Ya Tanrı ile insanı birleştiren sistem ki buna ittihad denir. Ya da tanrı insana geçer, buna da hulul denir. Bunların hepsi reddedilmiştir. Yani insan Tanrı olur. Bunun çok tipik örnekleri bugünde vardır. Bu tezleri savunanlar var. Hatta Amerika’da Müslümanların içinden çıkmış bir tarikat var. İnsanlığın yüzde beşinin tanrı olacağını savunuyorlar.

MÜLKİYET’E BAKIŞ

Kur’an’da mülk lamı ile gelen mevzular vardır. Mesela “lehu mülküssemavati vel ard” o lehu’deki lam mülk lamıdır. Ona mülk tahsisi de derler. “lehul mülkü ve lehul hamdu ve hüve ala külli şeyin kadir” “ve lillahi mülküssemavati vel ard” bir iki üç beş değil onlarca ayette hepsinde görürsünüz ama hepsinde istisnasız bu “lam” gelir. Farklı cümlelerde gelir. Ama nasıl gelirse gelsin bu “lam” gelir ve oturur. “Gökler ve yer Allah’ın mülküdür” bu çok önemlidir. Onun için İslam iktisadına girişte Allah tasavvuru doğru inşa edilmez ise dünya varlık tasavvuru doğru inşa edilemez. Bu “lam’ı” başka alanlarda da görürsünüz. “Elhamdu lillahi rabbil âlemin” oradaki “lillahi” deki lam aynı lamdır. “Övgüler Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur”. Yani övgüler Allah’ın mülküdür. Biz buna övgüde tevhit diyoruz. Az öncekinde ise mülkte tevhit idi.

ESMÂ-MÜLKİYET İLİŞKİSİ

Tevhide ilişkin birçok alanda mesela Esmau’l Hüsna Kur’an’da dört kez gelir. Dördünde de bu “lam” kullanılır. Yani en güzel nitelikler O’na mahsustur. Mükemmellikler O’na mahsustur demektir. Mülk Allah’a mahsustur. Kur’an bunu insana verilen mal ve mülk insanın mülkiyeti değil, insana Allah’ın emaneti olduğu için söyler. Bu çok önemli temel bir ilkedir. Bu manada Kur’an bize bir iktisat teorisi sunmaz. Bu beklenmemelidir. Kur’an siyaset teorisi de sunmaz. Kur’an bir teoriler kitabı değildir. Kur’an her alanda ilkeler sunar. O ilkelerden teori çıkarırsınız. Kendi çağınıza teoriler çıkarırsınız. İlkeler sabittir. Bazen Kur’an kurallar bile koymaz. O ilkeleri söyler. Siz, o ilkelerden kurallar çıkarırsınız. Zira durumlar değişince kurallarda değişir. Ama ilkeler hiç değişmez. O ilkeler nedir? Mesela, Haşr Suresi 7. Ayeti. Bir, “Servet belli ellerde devlete dönüşmesin”  Kur’an’da devlet kelimesinin geçtiği tek yer vardır o da haşr suresinin 7. Ayetidir. İslam iktisadının en temel kurallarından birini koyar. Servetin devlete dönüşmemesi. Servet belli ellerde temerküz edip o ellerde bir güce dönüşmesin. Bu Kur’an için çok önemlidir. Onun için Kur’an serveti belli ellerde temerküz ettirmemek için tedbir almaya başlar. O tedbirlerden biri infaktır. Zekât infaka tabidir. Sadaka infaka tabidir. İnfak ana başlıktır. Diğerleri alt başlıktır.

İNFAK-FAİZ ÇATIŞMASI

İnfak geçişli/müteaddi bir kelimedir. Müteaddi fiiller mutlaka üçüncü şahıs isterler. Yani bir şeyi biri birine verecektir. Öteki olmadan infak edemezsiniz. İnfak nefak kelimesinden türetilmiştir. Günlük Arapçada metroya, metro enfak derler. Aslında nefak köstebek yuvasına denir. Çok ilginçtir. Münafıkta buradan gelir. Kur’an “Nifaka karşı önlem almak isteyen infak etsin” der. Buna sureler ayırır. Bunların en belirgin olanlarından biri Enfal suresidir. Bir başka sure Tevbe suresidir. Münafık, infak etmek istemeyen kişidir. Kur’an’da Sadaka-yı Necva diye bir sadaka vardır. Bu özel görüşme sadakasıdır. Allah resulüne birileri gelerek özel görüşme talep ediyorlardı. Amaçları Resulden bir şey öğrenmek değil, etraftaki insanlara bunu güç olarak satmaktır. İşte bunu engellemek için Kur’an bir sadaka teşri kıldı. Buna Necva sadakası denir. Hz. Ali “bu sadakanın konduğu günün akşamı yeni bir ayetle kaldırıldı” diyor. Aslında ayetin devamıdır. Maksat hâsıl oldu. Münafıklar hemen vazgeçtiler. Nifak infak zıtlığı işte zekât onun içinde bir bölümdür. Kur’an zekâtı sadece verilmesi için emretmez. Faizden de kaçınmayı emreder. Bu anlamda bir farz bir harama karşıdır. İnsan zekât verse de faizden kaçınmasa zekât vermenin sonucunu elde edemez. Zira bu ikisi birbirinin zıttıdır. Faiz isimlendirmesi doğru bir isimlendirme değildir. Osmanlıda hileyi şer’iyye olarak yapılmıştır. Zira Osmanlı maliyesi belli bir dönem krize girdi ve devlet %10 faizle borçlanmaya başladı. Şeyhül İslamlardan faiz fetvası aldılar. Riba fetvası istediler adını faiz koyup güya değiştirmiş hileyi şeriyyeye uydurmuş oldular. Allah’ın yasakladığı riba, bu faiz oluyor. Riba’nın adını faiz koyunca helal olmuş olmuyor.

Faiz yasağının özünde insanın insana kulluğu yatar. Faiz sorunu, insanın tevhidine dayanır. Yani tevhid ile ilgili bir boyutu vardır. Bu ayetlerin indirildiği dönemde insanlar dört yoldan köleleştirilirdi. Ya savaş esiri olarak, ya miras olarak (köle miras kalır), ya özgür insanların yolda basılarak köleleştirilmesi, ya da en acısı ekonomik köleliktir. Biri birine borçlanır ve üzerine faiz kat kat biner. En sonunda ödemesi mümkün olmayan noktaya gelindiğinde ise kişi borcuna karşılık köle olarak alınır. İşte faizin akideye gelip dayanan böyle bir boyutu var. Faizin altında ezilen insanlar böyle bir yükten kurtulmanın mücadelesini verdiklerinden sistemi değiştiren bir mücadele vermiyorlar. Eğer kendilerini bu yükten kurtarıp ellerine bir parça sermaye verirseniz direkt akıllarına gelen şey kendilerini faizle köle eden adamın yerine geçmek olacaktır. Firavunun dünkü mazlumları yarın ki firavunluğa adaylar. Bu kısır döngü kırılmadığı müddetçe hiçbir şeyi kıramazsınız. Onun için faiz ve infak zekât karşıtlığı işte tam da burada yerini buluyor. Yine servet bazı ellerde devlete dönüşmesin. Orada yine bir karşıtlık görüyoruz.

FAKİRLİK VE KANAAT

İslam fakirizmi savunmaz. Böyle bir şey yoktur. Fakirizmi savunan dinler var. Hint dinleri, mistik dinler vb. Esasen bu Kur’an’ın insan tasavvuru ile taban tabana zıttır. Kur’an’ın insan tasavvurunda ideal insan, eylem üreten insandır. Kur’an’da 56 yerde iman ve salih amel geçer. Salih amel eylemdir. Yani Kur’an iman eden insanı eyleme davet eder. Eylem neyi gerektirir. Hareketi gerektirir. Hareket neyi gerektirir enerjiyi gerektirir. Enerji neyi gerektirir. Elbette ki beslenmeyi, kazanmayı, üretmeyi gerektirir. İslam’da fakirizm yoktur, bir lokma bir hırka yoktur. Hz. Ömer “fakirlik adam olsaydı onu öldürürdüm” diyor. Yine bir söz var o da Hz. Ömer’e isnat edilir “ fakirlik neredeyse küfür olacaktı”. Fakirlik övülmüş bir şey değildir. Aacak ölçü fakirlik ve zenginlik değildir. Kur’an bunu ölçü olarak almaz. Eğer burada zekât emri ile emrediliyorsa aslında zekât verecek noktaya gelmesi emrediliyordur. Onun için İmam Muhammed zekâtta şöyle bir şart koşmuştur. Diyor ki “zekâtta şer’in emri, zekât verdiğin adamı zekât verebilir hale getirmektir”. Yani sürekli zekât alan bir tip değil verilen zekâtla zekât verir duruma geçmek esastır. Bu demektir ki zekât verdiğimizi tüketici olmaktan çıkartmak için zekât verilecektir. Yoksa zekât insanların ahlakını bozan bir alet haline gelir. Tembellik aracı, tembelleştiren bir araç olur. Yardım kuruluşlarından en çok korktuğum yer burasıdır. Sözümün geçtiği yardım kuruluşlarına sık sık tembihte bulunurum. “İnsanların ahlakını bozmayın”. Bazen vermek o insandan almaktır. Ahlakını, onurunu, haysiyetini almaktır. İnfak ahlakı infaktan ayrı bir şeydir. Bir şeyin ahlakı o şeyin kendisinden daha önemlidir. İman ahlakı imandan ayrı bir şeydir ve imandan daha önemlidir. Nifak, imansızlıkla alakalı bir şey değildir. İman ahlaksızlığı ile ilgili bir şeydir. Rabbimiz kazanmaya değil biriktirmeye buğz ediyor. Aksine kazanmayı teşvik ediyor. Çok çalışmayı teşvik ediyor. “Üst üste yığmayı çok seviyorsunuz. Sakın böyle yapmayın. Bir gün gelir üst üste yığarsınız ama Allah yeryüzünü bir sallar. Kırk beş yılda yığdığınızı kırk beş saniyede yere serer”. “Ebu Lehebin iki eli kurusun. Kurudu da.” Nedir o iki el? Ayette geliyor malı ve kazancı. Kur’an’ın en şiddetli surelerinden biri budur. En şiddetli ayetinde bile merhamet doludur. Bu ayette ilahi şefkat var. “Elleri kurusun” diyor “Ebu Leheb” kurusun demiyor. Hatta “eli de kurusun” demiyor “malı ve kazancı kurusun” diyor. “Ben Ebu lehebi bana kul olsun diye yarattım. Fakat gitti malına ve kazancına kul oldu. Ebu Lehebimi elimden aldı” der gibi diyor. “Ebu Lehebi bana kulluktan alıp ta kendine kul eden mal da kazançta kurusun” diyor. Dolayısıyla üst üste biriktirmeğe buğz ediyor. Biriktirmeye razı olmuyor. Rabbimizin buğz ettiği şey budur. Onun için bir Müslüman çalışır, kazanır, müteşebbistir vb. ama bir Müslüman yığamaz. Tabi Allah’ın kitabına göre Müslüman ise. Kitabına uyduruyor mu kitaba uyuyor mu bu ayrı meseledir.

BİRİKTİRME VE İMAN

Yığmakta aslında rabbimiz şunu görüyor. “Bana güvenmiyorsun”. İman güven demektir. İmanın iki tanımı vardır. Biri ahlaki tanımı ikincisi akidevi tanımıdır. İman kelimesinin Türkçe karşılığı güven demektir. Eğer birine “sana güvendim” diye cümle kuracaksanız Arap dilinde iman kelimesini kullanırsınız. İş, Allah’a güveniyor musun güvenmiyor musun meselesine gelir. Oraya geldiği zamanda iman meselesidir. Asıl iman ahlakı budur. İman ahlakı imandan önce gelir. İlim ahlakı ilimden önce gelir. İlim olur da ilim ahlakı olmazsa ilmini satar. Bu her şey için geçerlidir. İktisat ahlakı iktisattan önce gelmelidir. İnfak ahlakı infaktan önce gelmelidir. Ben en çok infak etmeyenlerden korkmam infak eden kalpsizlerden korkarım. Kalpsizlerin infakından Allaha sığınırım. Kalpsizler infak ederler ama infak ettiği adamı eşekten düşmüşten beter ederler. Aslında bunu Kur’an söylüyor. Bakara suresinin 263. Ayeti “Ona vereceğiniz güzel bir söz arkasından eza gelen sadakadan daha hayırlıdır”. Bu ayet İnfak ahlakı infaktan önce gelir diyor. Bu anlamda Kur’an biriktirmeyi reddediyor. Biriktirmenin yerine neyi öneriyor. Yukarıda karşıtlığı söyledim. İki karşıtlığı var. Kur’an ekonomisinin iki karşıtlığı var. Zekât faiz karşıtlığı ve biriktirmenin karşıtlığı da Karzı Hasendir. “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah O’na kat kat geri öder” (Bakara 245) demesi bu yüzdendir. Onun için İslam Ekonomisinin dört tane direği ortaya çıktı. İkisi nefiy ikisi emirdir. Nefiy ve ispat üzerinden gidiyor. Tıpkı “La ilahe İllallah” gibi. “La ilahe” nefiy “İllallah” ispat. “La ilahe” hayır “illallah” evet.

Yani iki hayır iki evetle geldi. Bu hayırlara hayır demeden evet’e evet diyemezsiniz.

Daha sonra Kur’an bütün bunun etrafını doldurur. Birçok yerde mesela müddessir suresinde bir tipten söz eder. Bu tip düşünen ölçen biçen bir tiptir. Ama yanlış ölçen bir tiptir. Mutaffifin suresindeki ayrı “Yazıklar olsun yamuk ölçüp tartanlara” yani aslında belki oradaki yamuk şey kamu malı diye de çevrilebilir. “Kendilerine verileceği zaman insanlardan bire bir vefa göstermelerini”  bir gram eksik verme hakkımı tam ver arkadaş diye bir de hakçı geçinirler ki ama bu adam bir başkasına vermesi gerektiği zaman yani vereceği olduğu zaman alacağına şahindir. Bunu söylüyor bu ayet. O ayrı ama bu söylediğim şey kim bu tip “kâfir” diyor. “Ölçtü biçti nasılda ölçtü biçti” yani ölçüp biçme veznini “yanlış ölçtü biçti” diyor. Velid bin Mugire Mekke’nin en varlıklılarından hem de Mekke’nin başyargıcıdır. Dedi ki “Bu etkili sihirden başka bir şey değil”. Aslında bu tipin bunu demesinin arka planındaki saik, bir başka surede “Biz ona mallar evlatlar verdik diye mi böyle yapıyor” diyerek açıklanır. Mal ve evlat yani yine güç. Elindeki ekonomik gücü Allah’a başkaldırı aracı olarak kullanan bir tip. Kur’an’da böyle ilginç tipler var. Mesela Karun aslında bir modeldir. Bir prototiptir. Karun prototipi bugün çok rastlayacağımız bir tiptir. Ne diyor Karun “Bu servet bana benim gayretim sayesinde verildi”. Allah’ı yok sayan bir bakış. Çalışmış kazanmış, gayret etmiş kazanmış doğrudur. Gayret önemlidir. Bu manada Kur’an’daki Allah dilediğine mi rızık verir. Dileyene mi rızık verir. O ayeti nasıl anlamalıyız? Ben o ayetin mealinde “dileyene” diye çevirdim. Çünkü “yeşa” fiilinin iki tane öznesi var. Bir “men” ismi mevsul ilgi zamiri zaten açıkça gelmiş “men yeşa” aslında ikisinden birini tercih edeceksek bunu tercih etmemiz gerekir. Biri de “hüve” gizli özne Allah. Biri insan biri Allah. Allah dileyene mi verir dilediğine mi? Dileyene verir. Eğer tersine çevirirseniz “ İnsan için sadece çalıştığının karşılığı vardır” ayetini alın ve atın. “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” diyor. Ondan da öte onu yanlış anlayınca bakınız çok ilginç şöyle bir ayet var Kur’an’da “ Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için dar bir geçim vardır”. Bu memlekette zenginler O’nun zikrinden yüz çevirenler değil O’na savaşan adamlardır. Dünyanın en zenginleri sayın. Bu ayet bize bunu mu diyor. Yüzyıllardır dünya kimin elinde, dünya iktisadını kim götürüyor. Burada zikir de tesbih değildir. Zikir Kur’an’dır. Kur’an’ın adı zikirdir. Dolayısıyla bu ayet bununla alakalı değildir. “Kim Allah’ın vahyinden yüz çevirirse onu dar bir bakışa mahkûm ederiz”. Bakışı sadece menfaatini görür. Menfaatinden yola çıkarak değerlendirir. Menfaatinden yola çıkarak insanlara, olaylara kıymet hükmü verir. Bakış açısı o kadar daralır ki ahireti göremez olur hatta geleceği bile göremez olur. Sadece menfaatine odaklanır. “Maişeten danken” budur.

Karun, serveti Allah’tan bağımsız olarak algılamanın tipidir. Biz, servet tasavvurumuzda, mülkiyet tasavvurumuzda Allah’tan hiçbir şeyi koparmayız. Çünkü Allah’tan kopardığımızda Allah’tan koparız. Neden israf haramdır? Oysaki biz kendi kazandığımızı israf ediyoruz. İsrafın haramlığının rasyonel bir izahı var mı? Rasyonel bir izahı yoktur. İstediğimi yaparım. Mal benim elin malını israf etmiyorum ki o haram olur tabi. Hayır, benim değil mi diyorsan eğer senin değil sana emanettir. Onun için israf edemezsin. İsrafın haramlığı malın emanet oluşuna bağlıdır. Emanete iman etmeyen israfın haramlığına da iman edemez. Çünkü algılayamaz.

Allah Resulü bu sistemi Kur’an’dan öğrendi. Medine’ye geldiğinde ilk defa üç şey yaptı. Bir, mescidi kurdu iki, suffeyi kurdu üç, pazarı kurdu. Bunlardan ilk kurduğu pazardı. Medine’de başkalarının pazarı vardı. Ama o pazarın kurallarını Allah belirlemiyordu. Zaten onları yoldan çıkaran o pazardı. Allah resulü üç yasak koydu. Bir, yer tutmak yasak. İki, sabit fiyat yani narh belirlemek yasak. Üç, telakki rukban yani üreticinin malı yolda gelirken simsarın yolda üreticiyi karşılayıp malı eline alıp pazara getirmesini yasakladı. Bu, bugün tüm komisyonlar yasaktır anlamına gelmez. Bugünkü ticaretteki komisyonculuğa yasak anlamına gelmiyor. On bin nüfuslu bir ilçedeyiz. Pazar belli nüfus belli daha o dönemde ise Müslümanların nüfusu çok daha küçük. Allah Resulü pazarda yer tutmayı esnafa fırsat eşitliği olsun diye yasakladı. Ondan sonra Allah Resulü Medine ticaretinde bazı şeyleri daha yasakladı. Daha sonra yasağından vazgeçti.  Mesela selem akdi diye bir akit var. Bir akit yapılıyor, hurmalar olmadan hurma bahçesi sahibi diyor ki “ şu bahçenin bu yılki hurma ürününün tamamına ne verirsin” O da diyor ki “ şu kadar veririm” “tamam ver”  o yıl daha ortada olmayan ürün satılıyor. Allah Resulü bu Akit’i yasakladı. Ama ikinci yıl baktı ki piyasa durdu. Daha sonra Allah Resulü “ yasaklamıştım, serbest ediyorum-fakat şartlı- ürün küçücük mercimeğin yarısı kadar görünecek”. İhtiyaca binaen Allah Resulünün zaman içerisinde koyduğu bazı şeyleri gevşettiğini görüyoruz. Ticarette kamunun maslahatını düşünürsünüz. Eğer maslahat aldanmadan büyükse tamamdır ama aldanma ve aldatma maslahattan büyükse onu aşağı düşürürsünüz. Böylece Allah Resulü İslam ticaret hukukunun temellerini atmış oldu. Daha sonra Müslümanlar büyük imparatorlukları İslam devletinin içine kattılar. Daha büyük bir hukuk lazım oldu. Fakihler o hukuku yazdılar ve geliştirdiler. Ebu Hanife’nin birazda ticaretten gelmiş olmasından dolayı ortaya koyduğu ticaret fıkhı ve öğrencisi İmam Ebu Yusuf’un bu fıkhı tedvin etmesi ve kitab-ul haraç’ı yazması ki bu eser İslam ticaret hukuku konusunda yazılmış ilk kaynaklardan biridir. Döneminde imparatorluğun ticaret problemlerini çözen bir akla sahiptir. Biz bu kulvarda yürüdük.

Batı’da ise Ortaçağ boyunca tüm mülk, servet kilisenindi. Burjuvazi vardı. Toprak ağası, derebeyi olarak kendi toprağında köle, aç insanları karın tokluğuna çalıştırır. Onları geçindirirdi. Devlete belli bir miktar asker verirdi. Tımar sistemi bizim kurduğumuz bir sistem değildir. Roma’da da vardır. Hem de çok gelişmiş bir biçimde vardır. Bu sistemi bizde aldık ve kullandık. Tımar; Bir arazi verirsiniz. O araziyi verdiğiniz insana da savaş zamanlarında şu kadar asker çıkaracaksın ve donatacaksın dersiniz. O da askeri çıkarır donatır ve size verir. Osmanlıdaki akıncı beyleri de aslında birer tımar sahibidir. Tımar sahipleri, Osmanlıda İstanbul fethedilinceye kadar devletin ana taşıyıcı unsurlarıydı. İstanbul fethedildikten sonra Osmanlı gaza devletinden imparatorluğa evirildi. Fatih bu ailelerin tımarlarını devlete ilhak etti. Kendi içinde bir beylik gibi olan aileleri imparatorluk merkezine bağladı. Kanuni döneminde ilk defa Fransa’yla kapitülasyon anlaşması yapıldı. Fransa muhtaçtı. Aslında bir takım gümrük imtiyazlarının verilmesi söz konusuydu. Osmanlı bunları atiyye olarak vermişti. Kapitülasyonların başlangıcı böyleydi. Fakat 18. y.y’a gelindiğinde kapitülasyonlar Osmanlının boynuna geçmiş bir ip, 19.y.y’da ise idam fermanı oldu. 1856 ıslahat hattı hümayunu ile Osmanlının idamına hükmedildi.

Bu iş Avrupa’da daha farklı yürüdü. Burjuvaziden sonra Magna Karta ile Avrupa’da bir şeyler değişti. Artık Avrupa’daki burjuvazi ile kral ve daha genelde papalık arasında ilk defa bir sözleşme imzalandı. Bu sözleşmeden sonra Avrupa’daki mülk hareketlerini aslında felaketler belirledi. Özellikle 14. y.y’da 1310’larda başlayıp 1348’lere kadar süren kara veba vardır. Nüfus öyle bir eriyor ki adeta çalışan nüfus kalmıyor. Araziler sahipsiz kalıyor. Servet el değiştiriyor. 15. ve 16. y.y’da Rönesans’la birlikte Avrupa’da mülkiyet kamunun tekeline geçmeye başlıyor. Sanayileşmeyle kapitalizm başlıyor. Kapitalizm mülkiyeti mutlaklaştıran bir sistemdir. Kapitalizm şirketleri devlet yaptı. Üç örneği vardır. Birincisi Doğu Hindistan Şirketi. 17.  y.y’da İngilizler Hindistan’a girmedi. Doğu Hindistan Şirketi girdi. 18. y.y’ın ortasına kadar Hindistan’ı Doğu Hindistan Şirketi elli ile yüz yirmi bin arasında değişen bürokrat ve asker nüfusuyla yönetti. Ondan sonrada İngiltere’ye devretti. İkinci örnek Hollanda da kurulmuş bir şirkettir. Aynı yüzyılda Endonezya’ya gidiyor ve orayı üç yüz yıl elinde tutuyor. Üçüncüsü de Fransızlar tarafından 15. Louis döneminde Misissipi adıyla kurulan şirkettir. Mississipi şirketiyle Amerika’da Mississipi boylarını parselleyip Paris’in zenginlerine satmaya başladılar. Hisse senetleri 1000 liretten başlamış bir sene içinde 10.000 lirete çıkmıştır. Bir sene sonra iş patlar ve görülür ki ortada ne arazi var ne de başka bir şey var. Devlet bu hisse senetlerinin parasını ödemeye başladı. Devlet yetişemeyince hazine çöktü. Fransa bu çerçevede İhtilale sürüklendi. Fransızlar misissipi şirketini yönetemediler. Yani Kapitalizmin faturası büyük oldu.

 

 

Yorum Yaz