İstikrar istemiyorum

1856 yılında Islahat Fermanı ilan edildiğinde, batıcı bir bürokrat olan Mehmet paşazade Said Bey, namaz kılmaya giden bir hoca efendiye şöyle der:

“Niçin namaz kılıyorsun hoca efendi? Ferman okundu, görmedin mi? Artık gayrı müslim teb’a ile beraber olacağız!”

Ahmet Cevdet Paşa’nın Tezakir’inden öğrendiğimiz bu olaydan da anlıyoruz ki, 143 yıl öncesinin Batıperest kafasıyla günümüz yabancılaşmış aydın makulesinin Avrupa Birliği’ne adaylık ilanını Müslümanların kurban ibadetlerinden kurtulmak için bir fırsat telakki eden tavrı arasında, mahiyet farkı bulunmamaktadır.

Bir buçuk asır öncesiyle günümüz arasındaki benzerlik, yalnızca Islahat Fermanı taraftarları olan Osmanlı batıcılarıyla Avrupa Birliği taraftarı olan Cumhuriyet batıcıları arasında görülmüyor. Aynı zamanda bu iki olaya muhalefet edenlerin bakış açısında da çok yakın bir benzerlik müşahede ediliyor. Yine Tezakir’den öğrenelim Islahat Fermanı’ya yönelik tepkileri:

“Aba ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış hukuk-u mukaddese-i milliyemizi bugün kaybettik. İslam milleti hakim millet iken böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Bugün, ehl-i İslam’ın ağlayacak ve matem edecek günüdür.”

Ne garip, halkın ağzından bu satırları aktaran büyük İslam hukukçusu Ahmet Cevdet Paşa’nın kız torunu din değiştirip rahibe olacaktır; tıpkı Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’un din değiştirerek papaz oluşu gibi.

Çoğumuz sanırız ki, Osmanlı aristokrasisinin İslam’la ilgisi Cumhuriyet aristokrasisinin İslam’la ilgisinden daha sıcak, daha yakındır. Öyle olmadığı malum. Meşrutiyet seçkinleriyle Cumhuriyet seçkinlerinin kafa yapıları birbirinin tıpkısının aynısıdır. Ve problem Avrupa’yla ilişkilerimizde değil ‘kendimizle’, ‘kendi değerlerimizle’ ilişkilerde aranmalıdır.

Bu tarihi tecrübeden yola çıkarak baktığımızda Avrupa Birliğine giriş sürecinde korkması gerekenlerin biz Müslümanlar olmadığı kanaatindeyim.

Bu saatten sonra kimse, başımıza bir musibet olarak sarılan “ulus devlet”in savunmasını bize ihale etmeye kalkmasın. Bu topraklar başta olmak üzere, mazlum coğrafyamızın bir çok yerinde ‘kurtuluş savaşı’ adı verilenler de dahil tüm savaşlarda kimlerin “savaşıp” kimlerin ‘kurtulduğunu’ unutmak mümkün mü? Davulu halkın boynuna asıp da tokmağı halka yabancılaşmış bir avuç hayasız ve ahlaksız seçkinin eline veren modelleri savunmamız beklenmiyor her halde bizden.

Bu ülkede “ulus devlet de olmasa ahlakın şu şu surları da yıkılırdı” diyebileceğimiz hiçbir şey kalmamıştır. Ticaret, iş ve siyaset ahlakı artık irtifa kaybedemeyecek kadar dibe vurmuştur. İslam ahlakının kendilerinde tecessüm ettiği birey ve aileler, bunun en küçük zerresini dahi devlete ve onun her hangi bir kurumuna borçlu değillerdir. Belki, sisteme rağmen korudukları duruşları sayesinde ahlaki davranış geliştirmeyi başarabilmişlerdir. Hepsinden öte, ahlaki duruşlarını böylesine köhne ve böylesine ayartıcı bir yağma düzeninde koruyabilenler, kendi içerisinde tutarlı bir ahlak normuna sahip olan Avrupa’yla eklemlenmiş bir Türkiye’de daha rahat koruyacaklardır.

Din adına zaten bir korkum olamaz. Çünkü din cazibesini sizden, bizden, onlardan değil, doğrudan kendi ilahi kaynağından alır ve o bizatihi “yüce” ve “korunmuş”tur. Şimdiye kadar dini iktidar eliyle koruduğunu söyleyen her sistem, bunu dindarı köleleştirme ve koyunlaştırma yolunda bir rüşvet olarak kullanmıştır. Cumhuriyet dönemi Türkiye’si de bunun dışında değildir.

Müslümanlara gelince; bunun en bariz örneği Avrupa’daki işçilerin durumudur. Bunun nedeni açıktır: Kimlik, ötekiyle karşılaşıldığında daha bir değer kazanır ve kendini gösterme ihtiyacı hisseder. Bugün, resmi sistemin eğitim kurumlarında zihni ve yüreği yeniden formatlanarak kimliğini yitirmiş ve kişiliksiz hale gelmiş birçok insanımızın, “öteki”yle yüz yüze gelince bir kimlik arayışına girmesi ve çoğunlukla bu arayışın kendi özüne dönüşle neticelenmesi boşuna değildir.

İnsan hakları, özgürlükler vs… Bu alan, dövüşe dövüşe, alın, yürek ve bilek teriyle kazanılacak bir alandır, başkalarının koltuğuna sığınarak, bir ulufe gibi dağıtılacak ya da dilenilecek bir alan değildir. Batılılar ya da onların yağmacı yerli taşeronları; size hak ve özgürlüklerinizi kolay kolay vermeye yanaşmayacaklardır. Zaten bunu beklemek de abesle iştigaldir. Kaşıkla verip sapıyla göz çıkaracağı gün gibi aşikâre olanların eline bakma safdilliğine düşmemek gerek. Fakat ağanın çomarıyla değil de ağanın bizzat kendisiyle muhatap olmayı istemekten daha doğal ne olabilir?

Biliyorum ki, tarih devam ediyor ve yarının üstte olacak olanları bugünün ya da dünün alttakileri arasından çıkacaktır. Üç asırlık yalan çevrimi tamamlansın ve 1400 yıllık tarihimizin acılı-tatlılı engin birikimine dayanarak yepyeni bir hayatın inşası için önümüz açılsın.

Yapabilir miyiz bunu?

Neden olmasın?

En büyük güvencim kendimiz değil, fakat ait olduğumuz inanç sistemi.

O’na güveniyorum.

( 24 Aralık 1999 )

 

Yorum Yaz