Katilini emziren anayız

Bir darbe yılında doğdum (1960). Ailem, benim içine doğduğum darbenin mağdurlarından sayılır.

Ben de, 12 Mart darbesinin mağduru sayılırım. “İlerleme” ve “çağdaşlaşma” miti uğruna koca bir milleti maceradan maceraya sürükleyen zihniyet okulumu kapatmıştı. Ben İHL diye girdiğim okulun orta kısmını, bilmem kaçıncı kurtarıcılar sayesinde düz ortaokul olarak okudum (1971-1974).

12 Eylül Darbesini ta iliklerime kadar hissettim. 11 Eylül günü kan gövdeyi götürürken 13 Eylül günü “terör”ün şıp diye kesildiğinin bizzat şahidiyim; o gün bu gündür, bu ülkede teröre en çok ihtiyaç duyanların, bu ülkeyi zırt-pırt kurtaranlar olduğunu hiç aklımdan çıkarmadım… Ve bir şeyi istedikleri zaman bitirenlerin, başlatanların ta kendileri olabileceği “ihtimalini” de…

28 Şubat post modern darbesi, hem beni hem çocuklarımı mağdur etti.

Velinimetinin bileklerini keserek intihar süsü veren Hüseyin Avni Paşa’dan, 1. Meşrutiyet sayesinde diktatörlüğe doğru yol alan Mithat Paşa’ya; Hareket Ordusu’nun başında İstanbul’u işgal ederek bir darbeyle Abdülhamid’i tahtından indiren Mahmut Şevket Paşa’dan, onu kendi eyleminin tıpkısıyla vuran İttihatçı Darbe’nin Elebaşısı Enver Paşa’ya kadar, Osmanlı Batıcıları’nın tamamı darbe heveslisiydi.

Peki neden?

Bu ülkede sayıları hiçbir zaman İşçi Partisi’nin yandaşlarının sayısını geçmedi de ondan. Hepi topu “binde üç buçuk”tular.

Ordu adına darbe yapanların sayısı, adına darbe yaptıkları ordunun binde üç buçuğuna ulaşmazdı. Ona, “resmi ideoloji” adına destek verenlerin toplamı, halkın binde üç buçuğunu geçmezdi.

Peki, binde üç buçuğun tepesine oturup ensesinde boza pişirmesine, geri kalan kahir çoğunluk neden karşı çıkmadı?

Bu, sosyal psikolojinin ilgilenmesi gereken çok ciddi bir soru, dahası “sorun”. Bu sorunun sosyo psikolojik boyutlarıyla bu alanın uzmanları ilgilensinler. Ben onlara, bu sorunun din sosyolojisi ve din psikolojisiyle ilgili boyutları konusunda yardımcı olursam ne ala.

Bu işi eski Türkler’in geleneğine dayamak çok eğreti duruyor. At-avrat-silah; bu ‘Türk teslisi’ herkesin malumu. “İl”e bir kutsallık atfedildiği söylenebilir, fakat “il” bu bugün “devlet” adı verilen organizasyondan mahiyet itibarıyla çok farklı bir şey. Geçelim.

Halkın “kutsal devlet” tasavvurunun asıl nedenlerini, onun dini geleneğinde aramak gerekir.

Bu dini gelenek, elbette Kur’an’a dayalı “makul” bir gelenek değil, “taklit” ve “efsaneye” dayalı “mahsus” bir gelenek. Kur’an ve Nebevi uygulama, spesifik bir yönetim modeli öngörmez. Fakat yönetmenin meşruiyet şartlarını tartışmasız bir biçimde ortaya koyar: Adalet ve meşveret.

İmametin saltanata dönüşmesiyle birlikte İslam siyaset düşüncesi, İslami siyasetin iki temel değeri olan adalet ve meşvereti arkaya atıp “güvenliği” önceledi. Devlet düzeni “saf” modelinden “piramit” modeline geçmişti. Ebu Cafer Mansur’un başdanışmanı İbnu’l-Mukaffa ile başlayan “saltanatı İslamileştirme” süreci, Gazzali, Maverdi ve İbn Cemaa’nın katkılarıyla tamamlandı. Süreç tamamlandığında, İslam siyaset teori ve pratiğinin geldiği noktayı bir tek cümleyle özetleyebilirdik:

“Güçlü kimse, ona itaat etmek gerekir.” (Krş. Gazzali, İhya, 2/124) Halkın ortak hafızasında bu cümlenin içeriği dinin bir talimatı gibi algılandı ya da bu sonuç dini bir kılıfa büründü. Tabii ki bu yöneticilerin de işine geldi.

Bu vahim sonucun başladığı nokta, bana sorarsanız, Müslümanların peygamber tasavvurunda meydana gelen tahrifti. Peygamberleriyle ilişkiyi “makul”e dayalı “insan-insan” ilişkisinden “mahsus”a dayalı “insan-aşkın” ilişkisine dönüştürdüler. Birincisi yatay ilişki iken ikincisi dikey ilişkiydi. Birincisi “logosa” (akla), ikincisi “mitosa” (efsaneye) dayanıyordu. Bunun en vahim sonucu, “içkin” bir ilişki türü olan yatay ilişkiye dayalı bir peygamber tasavvuru “modelin yaşatılmasını ve yeniden üretilmesini” mümkün kılarken, “aşkın” bir ilişki türü olan dikey ilişki “modeli izlemeyi”, onun “peşini takip etmeyi” imkansız kılan bir ilişkiydi.

Bu tür “mitolojik bir peygamber tasavvuru”, Müslümanlara yüceltilen her değeri “mitleştirmek” gibi kötü bir alışkanlık kazandırdı. Devlet de, Müslümanlar’ın bu alışkanlığından aldığı güçle “mitleşti”, “devleşti”, “efsaneleşti”. Şimdi bu “dev”, “kaderin” garip bir cilvesi olarak, Müslümanların toplumsal bilinçaltlarından, yanlış dini tasavvurlarından aldığı gücü onlara karşı kullanarak “ilahi adaletin” tecellisine bir kez daha tanıklık ediyor.

Allah’ım “Bu bela başımıza nereden geldi?” demiyoruz!

Zira suçumuzu biliyoruz: Biz katilini emziren anayız.

Tevbe ya Rabbi!

( 15 Eylül 2000 )

Yorum Yaz