Kendini laik sananlar dinle yüzleşmek zorundalar

Kendini laik sananlar… Aslında yanlış bu “zan”la başlıyor.

Belki buna “kuruntu” da denilebilir. Kendini laik sanmak, olsa olsa cehaletten kaynaklanan ideolojik bir kuruntudur. Hele bizde görülen türdekilerin, bazen paranoyaya kadar varan davranış bozukluklarına bakılırsa, bunun hepten böyle olduğu açıkça anlaşılır.

Bu ideolojik kuruntu, arkasından başka bir takım takıntıları davet ediyor. Bunların en başında dine ve dini değerlere karşı saldırganlığa kadar varan ölçüsüz bir karşıtlık geliyor.

“Kendini laik sanan” biri olmak bu ülkede, mutlaka rejimden ucundan kıyısından beslenmek anlamını taşır. Çoğunlukla bu beslenme “haksız”, “yandaşlık” içeren ve sahibini “haramzade” yapan türdendir. Muhtemelen ya kayırılarak rejimin serasında yetiştirilmiş, ya rejimin kutsalları açısından sterilize ve yalıtılmış bir ortamda beslenip büyütülmüş ya da resmi ideolojinin yüksek himayesine mazhar olmuştur. Bunların sayıları sınırlı, üretim alanları belli, çevreleri dar, yetişme tarzları tek düze, düşünceleri sabit, temelleri nahif, ilgileri standarttır. Bilgileri mi? Onu hiç sormayın. Bilgi ve bilimi bir öğrenme ve tekamül süreci olarak değil, bir “ikon” ve “fetiş” olarak kutsarlar. Böyle yetiştirilmişlerdir. Onun için de öğretilemez ve eğitilemezler.

En cahili oldukları konuysa dindir. Söz dine geldiği zaman zulalarında sakladıkları değişmez şablonları vardır. “Evet”leri ve “hayır”ları akılla ölçülüp tartılmış değil, hep ödünç alınmıştır. Dudakları sloganlara ayarlıdır.

Ne gariptir ki, “kendini laik sananlar” en çok dini konularda ahkam keserler. Bunu yaparken, çok sevdikleri tanımla “bilimsel olmanın” en asgari kurallarına ve standartlarına zerrece özen göstermezler. Bilmediğini itiraf edenine rastlamak Simurg’e rastlamak gibidir.

İstisnasız “pozitivist”tirler, fakat hiç “pozitif” değildirler ve asla da olamazlar. Aksine “negatif”tirler. Korkularıyla, kuşkularıyla, kaygılarıyla yaşarlar. Bunu, bulaşıcı bir hastalık gibi etraflarına ellerine geçirdikleri her araçla bulaştırırlar.

İstisnasız hepsi de “rasyonalist”, yani “akılcıdırlar”. Fakat bu “akıllı” olmak anlamına asla gelmez ve öyle bir kaygıları da yoktur. Onlar “bilim” ve “aklın” kendisine değil, “ideolojisine”, yani bilim ve aklın en kötü “ifrazatına” tutulmuşlardır.

Onun için kendini laik sananlar zümresinin içerisinden bu ülkede yüz ağartacak uluslararası çapta ve insanlığa unutulmaz bir katkı sağlamış bir tek “bilim”, “felsefe” ve “sanat” adamı çıkmamıştır. Bu kafayla, çıkması da düşünülemez.

İstisnasız hepsi de laiktir, fakat yine istisnasız hepsinin de kendilerinden olmayan çoğunluğun özgürlük taleplerine karşı müthiş “septik” bir yanı vardır. Bu yüzden bu ülkenin hiçbir kesimi, “muhafazakarlık”ta onların eline su dökemez. Her şey değişir onlar değişmez ve bunu da matah bir şey gibi satışa sunarlar.

Kendini laik sananlar hak, hukuk, özgürlük ve adaleti hep kendileri için geçerli değerler olarak savunurlar. Bütün bunlar kendileriyle birlikte başkalarını da kapsadığında, o hakka, o özgürlüğe düşman olmakta bir an tereddüt etmezler.

Kendini laik sananlar, istisnasız, “din devletine” karşı, “demokrasiden” yanadırlar. Fakat devletin dini “seküler paganlık” olursa, dünyanın en katı “teokrasi yanlıları” kesilmekten zerrece utanmazlar. Hatta bu nevzuhur dinin “din görevlisi” olarak çalışmak için can atar, seküler paganlığın misyonerliğini yapmaktan çekinmezler. Onlar için “cumhuriyet” ve “demokrasi” seküler paganlığa geçit verdikleri oranda değerlidir. Eğer o “cumhuriyet” dindarların cumhuriyeti, Müslüman halkın demokrasisi olmaya başlarsa, o zaman bunların da icabına bakmakta bir beis görmezler. Ya klasik, ya modern, ya da post-modern bir darbeyle, Cumhuriyetin de demokrasinin de haremine destursuz girerler.

Kendini laik sananların en çok zorlandıkları nokta, her şeye rağmen İslam’dır. Ondan kurtulmak istedikleri aşikar. Fakat bunu bunca yıldır beceremediler ve beceremeyeceklerini akılları kesti. Müslüman düşmanlığı, örtü düşmanlığı, cami düşmanlığı, minare düşmanlığı, isim düşmanlığı, Cuma düşmanlığı, Arapça düşmanlığı, Kur’an düşmanlığı, Kur’an kursu düşmanlığı, İman-Hatip düşmanlığı, Peygamber ve nihayet Allah düşmanlığı…

Ara ara yeşil düşmanlığı (şu masum renk canım, hatırlayın “yeşil bordür” kavgasını), sakal (keçi sakalı değil) düşmanlığı, selam (şu bildiğiniz “Allah’ın selamı”) düşmanlığı, sağ elle yemek yeme düşmanlığı (bu yeni çıktı), Mehmed Akif düşmanlığı vs…

İsterseniz sabah sabah yolda karşılaştığınız birinin yüzüne “selamün aleyküm” (Allah’ın selamı, selameti, huzur ve mutluluğu üzerinize olsun) diye bir selam verin de bakın yüzlerindeki renge. Sanki dua etmemişsiniz de küfretmişsiniz gibi, nasıl yüzlerinin alı al, moru mor oluyor.

Bunların karşısında, dostlukları da yok mudur? Olmaz olur mu? Başta -kendisi kazara alkol almasa bile- içki dostluğu, kumar, zina, faiz dostlukları, hatta domuz dostluğu gelir. Çünkü bunlar İslam’ın yasakladıkları. İslam’ın emri onların yasağı, İslam’ın yasağı onların emri gibidir.

Yanlış anlaşılmasın, “inanç sistemi” olan dininden ve bu dine uygun olarak yaşadığı “hayat tarzından” dolayı kimseyi kınadığımız ve ayıpladığımız falan yok. Hem böyle yapmak bu ülkede “kendini laik sananların” tarzı. Doğrusu tevhid-adalet-özgürlük diye bir kaygısı olan hiç kimsenin, bu tarzı aklını yemeden savunabileceğini sanmak da abes olur.

Peki nedir demek istediğimiz? Açık. Kendini laik sananlar Kur’an’ın “nifak” dediği bir tarzı sergileyemesinler. Oldukları gibi görünüp göründükleri gibi olsunlar. Bunun için dinle yüzleşmeleri gerekiyorsa, bunu da yapsınlar. Ama cahil cesaretiyle değil.

 

Yorum Yaz