Kendini yetim ve öksüz hissetmek

Kendi kendime soruyorum: İçinde “halife” geçen bir yazı, insanları neden bu kadar heyecanlandırır? Bu soruyu sormamın nedeni, tabii ki gelen nitelikli okur tepkisinin yoğunluğu.

Hangi yazıdan söz ettiğimi bu köşenin takipçileri anlamışlardır: “Halife dışarı, Papa içeri” başlıklı bir önceki yazıdan. Yazı, Hıristiyan-Katolik dünyasının manevi lideri Papa’nın ölümü vesilesiyle bayraklarını yarıya indiren ülkemin, aynı zamanda İslam dünyasının manevi lideri pozisyonunda olan İslam Halifesi’ni yüzyılın ilk çeyreği biterken apar topar, aç ve muhtaç kovan bir ülke olduğunu hatırlatıyordu.

Cümledeki “kovan bir ülke” yerine, “kovmaya mecbur bırakılan” deseydik olur muydu? Muhtemelen, evet. “Muhtemelen evet” diyorum, çünkü orada da işler oldukça karışık.

Zira, “Mustafa Kemal Paşa hilafete nasıl bakıyordu?” sorusunun cevabı çelişkili. Lozan arifesinde Paşa hilafete karşı değil. Bırakın karşı olmayı, eğer yakın mesai arkadaşı olan Kazım Karabekir Paşa’ya bakılırsa, kendisi bu makama talip. Karabekir Paşa, “Kendisini hilafet ve saltanatın yeni varisi olarak düşünüyordu” diyor ve onun bu makama gelmesine kendisinin de İsmet Paşa’nın da farklı gerekçelerle karşı çıktıklarını ve bu uğurda nasıl mücadele verdiklerini ayrıntılarıyla anlatıyor.

M. Kemal Paşa, hilafete geçme arzusunu 1922 Kasım’ında yaptığı Batı Anadolu gezisinde kimi zaman açık, çoğu kez de üstü örtülü bir biçimde dile getiriyor. Bu gezinin Eskişehir uğrağında bir haber gelir: Afyon Karahisar Mebusu Şükrü Efendi’nin “Hilafetle saltanatın birlikte olması” hakkında bastırdığı eser, Ankara’da başta mülki erkan olmak üzere herkese dağıtılmıştır. Bu haber üzerine Paşa’nın “küplere binmesi” beklenirken, o beklenenin aksine hiçbir kızgınlık emaresi göstermemiş, derin düşüncelere dalmış ve her fırsatta “hilafetin gerekliliğinden” söz etmeyi sürdürmüştür.

Yine 18 Aralık 1922 İzmit nutkunda şu cümleler yer alır: “Makam-ı hilafet yalnızca Türk’e değil İslam âlemine aittir. İslam âlemi el-yevm esaret halinde bulunduğu için hilafet meselesini hal ve tesbit edecek seviyeye ulaşana dek Türkiye Büyük Millet Meclisi makam-ı hilafeti bir ümit noktası olarak muhafaza edecektir.”

Bu yargıları, o dönemde Kemal Paşa’nın irat ettiği, “Balıkesir Hutbesi” diye ünlenen Paşa Camii hutbesi de doğrulamaktadır. Bu hutbe içerisinde “Kanun-i Esâsî, cümlenizce malumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşan’daki nusustur (“husus” değil)” (Anayasa, hepiniz biliyorsunuz ki, şanı yüce Kur’an’da yazılı olanlardır) türü, bu gün söylense adamın başına iş açacak cümleler yer almaktadır.

Kazım Karabekir Paşa, 1 Kasım Nutku’ndaki şu cümlelere de dikkat çekiyor: “Bundan sonra Makâm-ı Hilafet’in dahi Türkiye devleti için ve bütün âlem-i İslam için ne adar feyizkâr olacağını da istikbal bütün vuzuhuyla gösterecektir (“İnşallah!” sesleri).”

Fakat bundan sonra özellikle Lozan görüşmelerinin inkıta sonrası sürecinde hilafeti savunan Paşa gidiyor, yerine hilafeti ölümüne kaldırmak isteyen Paşa geliyor.

Bu dramatik tavır değişikliğinin bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen birçok sebebi olabilir. Bunlardan bazıları bilinse de bu konudaki kısıtlayıcı yasalar kalkmadan ve konjonktür müsait olmadan söylenemez. Ama bu sebepler içinde en belirgin olanı, İngilizlerin Lozan’dan her ne pahasına olursa olsun Müslümanların “baş”ını alarak kalkma hedefleriydi. Eski İstanbul Hahamı Haim Naum Efendi’nin bu konuda oynadığı meşum rol ve sonunda İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyetini hilafetle ilgili İngiliz-Yahudi tezine razı etmesi, Ankara’nın halife konusundaki görüşünü belirleyen bir numaralı etken olmalıdır.

M. Kemal Paşa’nın hilafet konusunda yaşadığı bu dramatik görüş değişikliklerinin Lozan ile son bulmayıp, devam ettiği de söylenebilir. Tabii ki, şimdilerde varlığı hararetli tartışmalara konu olan, 12 Eylül rejiminin açıp okuyup yeniden kapayarak açıklanmasını onlarca yıl daha ertelediği “Atatürk’ün gizli vasiyeti” ve bu vasiyette yer alan “dönüşümlü hilafet teklifinin” doğru olduğu kabul edilirse…

18 Aralık 1922 tarihli İzmit nutku da gösteriyor ki, yasal olarak TBMM şu anda “halife” yerine kaimdir ve hilafet “ilga” değil “idmac” edilmiştir. TBMM “hilafet”in bir tür “yed-i emini”, yani “bekçisi” olmuştur ve sahibine iade edinceye kadar da olmaya devam edecektir. Çünkü bütün İslam ümmetine ait olan bu kurum üzerinde M. Kemal Paşa’nın da dediği gibi tek başına ne Türkiye’nin, ne de bir başka ülke ve halkın söz söyleme yetkisi vardır.

Gelelim, yazının girişinde sorduğumuz o yakıcı soruya: İçinde “halife” geçen bir yazı, insanları neden bu kadar heyecanlandırır?

Nedeni açık: Bir buçuk milyarlık Müslüman dünya kendini yetim ve öksüz hissediyor da ondan.

Bu his Müslümanların bilinç seviyesine göre artıp eksiliyor. Ama kendini bu büyük aileye ait gören her mümin, bu yetimliğin acısını ta yüreğinde hissediyor. Ana-babasını kaybeden bu aile, çocuklarının köprü altlarında, izbelerde barındığı derbeder aileler gibi dağılmış. Dağılan ailenin değerleri çiğnenmiş, hatırası horlanmış, serveti yağmalanmış. Kardeş kardeşi tanımaz, bilmez olmuş. En beteri de, ailenin kaçırılıp mankurtlaştırılan kimi çocukları, öz kardeşlerine karşı tetikçi olarak kullanılır olmuş.

İşte bu nedenle, içinde “halife” geçen her cümle, büyük İslam ailesinin kayıp çocuklarının acısını yüreğinde hisseden her Müslüman’ı heyecanlandırır.

Yorum Yaz