Kuklaya bakanın aklına şaşarım

Toplum olarak zaafımız bu bizim; kuklacıyı bırakır kuklaya bakarız.

Kuklayı ciddiye alır, onun hal ve hareketlerinden, jest ve mimiklerinden derin anlamlar devşirmeye, onlar üzerine bilgiççe yorumlar yapmaya bayılırız.

Seyircinin tüm dikkatini üzerine teksif ettiği kuklanın hiçbir marifetinin kendisine ait olmadığı gerçeğini görmezden geliriz. İşte kuklacının bizden istediği şey de budur: Kendisine değil, kuklaya dikkat çekmek. Kuklayı alkışlarız, kuklacıyı alkışladığımızı bilmeden. Kuklayı yuhalar ve ıslıklarız, fakat kuklacıyı omzumuza alırız.

Kuklacı ile kukla arasındaki gizli bağlantıyı fark edemeyenler, çoğu zaman kuklayı ıslıklarken kuklacıyı alkışlamak, kukladan nefret ederken kuklacıya aşık olmak, kuklaya tükürürken kuklacıya öpücük atmak gibi komikliklere sık düşerler.

Bu komikliklere hiç düşmeyenler de vardır. Sıradan insanlar kuklaya bakarken, onlar kuklacıya bakarlar. Perdenin arkasını görme ayrıcalığına sahip oldukları için de kendilerine övünme payı çıkarırlar. Onlar külyutmaz cinsindendir. Herkes kukla üzerine konuşurken, onlar kuklacı üzerine konuşmaya ve ona dikkat çekmeye çaba gösterir. Fakat bu ikincilerin durumu, kimi zaman, birincilerden daha komik ve acınılasıdır. Çünkü kuklayı ciddiye alanları saflık ve kandırılmışlıkla suçlayan bu ikinciler, kuklacı sandıklarının da daha başkalarının parmaklarına uzaktan kumandayla bağlı “geliştirilmiş” bir kukladan başka bir şey olmadığını fark edememişlerdir.

Sözü dolandırmadan söyleyelim: Bu topraklar, dümenini batıdan yana kırdığından beri içerden yönetilmemektedir. Her şey bir gösteriden ibarettir ve halkın sahnenin dışında dönen dolapları fark etmemesi için elden gelen her tür “bilgisizleştirme” ve “saptırma” yöntemi çok alternatifli olarak devrede tutulmaktadır. Esasen, bu ülkede yabancılaşmış seçkinlerin gayr-ı meşru varlığını meşrulaştırma işlevi gören medyanın asli görevi de budur. Yani sünnetçinin çıngırağını sallamak ya da “cambaza bak!” nakaratını seslendirmek.

“Hangi gübreyle yetiştirildiler?”

Deprem bölgesinde bir vakfın temsilciliğini yapan ve gerçekten doğal bir mü’min olarak etrafına güneş gibi aydınlık ve bereket saçan bir güzel insan, memleketi Sakarya’da 17 Ağustos’tan bu yana fahri olarak üstlendiği depremzedelere yardım görevi esnasında gördükleri ve yaşadıkları karşısında olağanüstü edebi ve hoşgörüsüne rağmen şu soruyu sormaktan kendini alamamıştı: “Bunların kin ve nefretleri hiçbir sınır tanımıyor. Bunlar hangi toprakta, hangi gübreyle yetiştirildiler, doğrusu merak ediyorum!”

Bu sorunun tek bir cevabı yok. Fakat anlamanızı en çok kolaylaştıracak cevabı şöyle verebilirim: Abdullah Öcalan’ı yetiştirdikleri gübre ve toprakta yetiştirdiler. Her birinin işlevi farklıydı, rolü farklıydı, üslubu farklıydı, taktiği farklıydı. Fakat topunun kullanıldığı amaç aynıydı: Bu ülkenin kendi öz kimlik ve değerleriyle irtibatını koparmak.

Başörtülü kızın ağzını eliyle kapatan o zavallıyı yetiştiren gübreyle Öcalan’ı yetiştiren gübre, depremzedeye sıcak çorba dağıtan Müslümanlardan rahatsız olan “vicdan hastasıyla”, örtülü diye hastasını sokağa bırakan doktor kılıklı ruh hastasını yetiştiren gübre de öyle. Böyle bir bıtırak tarlasında, baharı müjdelemek için açan her gülün hoyratça koparılması, gülün açmasını bekleyen her bülbülün katledilmesi, geçici bir sapma olmaktan çıkıp stratejik bir “konsept” halini dahi almıştır.

Yağarsa da, yağmazsa da

Bu ülkenin sistemini belirleyen Avrupa’nın, belirledikleri sistemin başına geçirdikleri insanlarda birtakım özellikler aramasına şaşmıyorsunuz da, demirbaş seçkinlerin bulundukları makamı kendilerine borçlu oldukları odakların telkinlerine boyun eğmek zorunda oluşlarına neden şaşıyorsunuz?

Fıkrayı hatırlamanın tam zamanı: Hocanın iki oğlu varmış. Biri çiftçi, diğeri de kerpiç tuğla imalatçısıymış. Çiftçi olan göğe bakmış ve demiş ki: “Eğer yağmur yağmazsa anam ağlar!” tuğlacı olan, kurumayı bekleyen tuğlalarına bakmış ve demiş ki: “Eğer yağmur yağarsa anam ağlar.” Hoca cevabı bastırmış: “Desenize, yağmur yağsa da, yağmasa da ananız ağlayacak!”

Abdullah Öcalan’ı asalım mı, asmayalım mı tartışması, tamamen kuklaların yaptığı bir “cambaza bak!” tartışmasıdır. Basınıyla, çetesiyle, eroin şebekesiyle, derin devletiyle, bu ülkedeki terör sektörünün mantığı, çok uluslu kapitalist şirketlerin mantığıyla aynıdır. Çok uluslu kapitalist şirketler, insanları ilkin olabildiğince tüketime şartlandırırlar. İnsanlara önce her türlü yöntemle çok yedirirler. İnsanlar çok yerler. Fakat bu kez de fazla kilolar problem olur. Tabii, dün insanların başına fazla kiloları bela edenler, ertesi gün o kilolardan nasıl kurtulacaklarını öğretmeye başlarlar. İlkinde de onlar kazanırlar, ikincisinde de. Önce tabiatı ürettikleriyle kirletirler ve para kazanırlar. Tabiatı kirleten ürünleri imal edenlerin bizzat kendileri, bu kez de “temiz çevre” kampanyası başlatarak “temizleme sektörüne” yatırım yaparlar. Her iki halde de parsayı toplayan aynı ellerdir.

İşte bu ülkedeki terör sektörü de tıpkı bu kapitalist çok uluslu şirketler gibi çalışır. Önce savaş tamtamları çalarak kendi elleriyle imal ettikleri frankeştayna karşı başlattıkları savaş kampanyasının ekmeğini yerler. Onlar ekmeğini yerken, garibanlarsa sadece ölürler. Sonra barış türküleri söyleyenden geçilmez ortalık. Bu türküleri söyleyenlerin korosuna ilk katılanlara dikkatli baktığınızda onları hemen tanırsınız: Onlar savaş tamtamlarını çalanların ta kendileridir. Savaş sektörünün sözcülüğünü üstlenenler, bu kez de barış sektörünün sözcülüğüne soyunurlar. Onlar, patlıcanın değil, efendilerinin dalkavuğudurlar. Önceleri savaşla yürüttükleri düzen ve dümenlerini, bir süre de barış şarkılarıyla yürütürler.

Halk mı?

Geçin onu canım.

Savaş da olsa, barış da olsa, anası ağlayacak olan odur nasıl olsa!

Üzerinden on yıllar geçti ama kafamıza vura vura öğrettikleri “andımız”ı unutur muyum hiç:

“Türküm, doğruyum, çalışkanım!”

( 29 Kasım 1999 )

 

Yorum Yaz