Kur’an hafızları, Kur’an muhafızları olmadıkça

Tanzimat sonrası Türk Batılılaşma Projesi’nin değişmeyen tek amacı, başta Türk halkı olmak üzere, bu topraklarda yaşayan tüm Müslüman unsurları İslam’dan ve tabi ki Kur’an’dan koparmak ve uzaklaştırmak olmuştur.

Çok dikkatli bir biçimde incelendiğinde, Batılılaşma adına dayatılan tüm uygulamaların nihai amacının bu olduğu, ya da en azından bu sonuca vardığı tartışmasız görülecektir.

Bu topraklarda yaşayan tüm Müslüman unsurlar ise, Batılılaşma çabalarının tümünü, daha baştan, engin feraset ve basiretiyle doğru okumuş ve zaman onları haklı çıkarmıştır. Batılılaşmayı devlet ideolojisi haline getiren II. Mahmud’a “gavur padişah” adını veren Müslüman Anadolu insanı, padişahın setre pantolonunda, püsküllü fesinde 150 yıl sonrasını görüyor ve işin 150 yıl sonra varacağı noktayı şaşılası bir isabetle önceden seziyordu.

Aslında Müslüman halkın sağduyulu tepkisi ne setre pantolona, ne de önce Yunan’dan Fas’a ve ardından İstanbul’a getirilen fese karşıydı. Onun pantolonla, fesle dinden çıkılmayacağını ya da başka bir dine girilmeyeceğini bilmediğini sanmak, en hafif ifadesiyle kendi halkına “Fransız kalmak” olurdu. Müslüman halkın tepkisi kendisini 150 yıl önce setre pantolon ve fesle ifade eden zihniyete karşıydı. Bu tahlili zamanımızdan 280 yıl geriye doğru sürdürürseniz halkın içten içe biriken öfke ve tepkisine tercüman olmaktan başka bir şey yapmayan Patrona Halil ve ona destek verenlerin Fransa’dan getirtilen portakal fidanlarına, kasr projelerine ve zamanın şairine “yakacak kömürü bulsa gözüne sürme diye çekerdi” dedirtecek kadar fakr-u zaruret içinde kıvranan halka rağmen, tanesi saray aristokratlarının elinde 1000 altına kadar çıkan Avrupa menşeli lale soğanlarına olan tepkisinin nedeni de aynıydı.

Şimdi, şu durduğumuz yerden bakınca, bu tepkilerin ortaya konduğu tarihte, bu tepkileri “yobazlıkla”, “bağnazlıkla”, “geri kafalılıkla”, “cahillik” ve “körü körüne inanmakla” açıklamaya çalışan kendi zamanlarının “çağdaşı”, “moderni” ve dahi “münevveri” sayılan hocalar, alimler, kadılar, şairler ve okumuş-yazmış taifesinin ne dehşet yanıldığını ayan-beyan görebiliyoruz. Buna karşılık, onların bağnazlıkla, cahillikle, yobazlıkla, ham softa olmakla suçladıkları Müslüman kitlelerin ne muhteşem bir önsezi sahibi olduklarını da görüyoruz.

  1. Mahmut’a tepki gösteren Müslüman halk, aslında, gelecek torunlarının, başlarını örttükleri için saçlarından tutulup sürüklenmelerine tepki gösteriyordu. “Gavur” sıfatını, Müslümanlığında zerrece şüphe bulunmayan “Osmanlı İslam Hilafeti”nin sultanı II. Mahmut’a bakarak değil, bu sürecin dehşet sonucunu sezerek kullanıyordu. Müslüman halkın 150 yıl önceden verdiği bu tepki, bu sürecin Kur’an öğrenmenin dahi yasak olduğu bir noktaya geleceğini gördüğü içindi. Allah’a, peygamberlere, Kur’an’a, dinine ve imanına ağız dolusu küfreden yaratıkların ensesine yapışıp kanını emeceği zamanları hissettiği içindi.

Önsezilerinin tamamı sonradan gerçeğe dönüşen Müslüman halk, önceleri kontr-devşirme aydınlara, sonraları bu aydınların eline geçirdiği iktidarlara ihale edilen 150 yıllık (bize göre III. Ahmet döneminde başlatılan bu proje 280 yıllıktır) batılılaşma projesinin tüm tezahürlerine karşı çıkmıştır. Sol tandanslı namuslu bir Aydın/akademisyen olan Çetin Yetkin’in Türk Halk Hareketleri isimli çok orijinal çalışmasında da isabetle vurguladığı gibi, Batılılaşma sürecine karşı direnen, bu uğurda kimi zaman kanını ve canını dahi ortaya koymaktan çekinmeyen halk tepkilerini “irtica”, “gerici tepki”, “yobaz kalkışması” gibi malum zihinlerin ifrazatı olan klişelerle mahkum etmeye çalışmak, olayı hiç anlamamak, ya da bilinçli bir biçimde çarpıtmak demektir.

Bu ülkenin Müslüman unsurları, batılılaşma sürecine yalnızca itiraz etmekle, içlerinden çıkan bu “yoldan sapmış” zümreye karşı güçleri oranında elleriyle, yetmiyorsa dilleriyle, ona da yetmiyorsa kalpleriyle buğz ederek “nehy anilmünker” yapmakla kalmamışlar, gelişini sezdikleri feci felaketi önlemek için “emr bilmaruf” sadedinde imanlarına sahip çıkacağına inandıkları her oluşuma canla başka destek vermişler, Kur’an’la aralarını açmamak için tek parti iktidarında samanlıklarda gizli gizli çocuklarına Kur’an öğretmişlerdir.

Süleyman Hilmi Tunahan ve öğrencilerinin o kaht-ı rical döneminde verdikleri Kur’an hizmetini kim yok sayabilir? Yine bu dönemde, medresesi kapanan her alim kendi evini gizli bir medreseye çevirmiş; tekkesi kapanan her şeyh, kendi otoritesini ait olduğu kurum olan “tasavvufun” değil, doğrudan tehlikede gördüğü imanın hizmetine sunmuştur.

Kendi zamanlarında çok gerekli ve değerli olan bu çalışma ve yapılanmalar, değişen ve gelişen zamanın şartlarına uygun bir din dili geliştiremeyince, kendi içlerine kıvrılarak “kapalı havza modelini” benimsemişler; bu modelin tipik özelliği olan “kendini kutsama başkalarını yok sayma” zaafı onlara da tebelleş olmuştur. “Duran su kokuşur” gerçeği hükmünü bu noktada da icra etmiş, kokuşmalar başlamıştır. Bu kokuşmanın ilk tezahürü Kur’an eğitiminde kendisini göstermiş; “vahiy şuuru” verilmeden “Kur’an eğitimi” verilen kimseler “hafız” olabilmişler, fakat “muhafız” olamamışlardır.

Çok değil, sadece Kur’an hafızı olanlar Kur’an muhafızı da olsalardı, bu toplum bugün bu noktada olur muydu? Bu soruma vicdanlarında cevap araması gereken ilk zümre, Kur’an hizmeti verdiğini düşünenlerdir.

( 23 Temmuz 1999 )

 

Yorum Yaz