Kur’an Nesli Projesinin Hikâyesi

Kur’an nesli’ni inşa sorumluluğu, kur’an’a iman eden herkesin boynuna borçtur. Bu, aynı zamanda vahyin, ona inananlar üzerindeki hakkıdır.

Bir şey için ne kadar bedel ödedinizse, o şey üzerine o kadar titrersiniz. Bir şeye verdiğiniz değer, verdiğiniz emekle orantılıdır. İman da bu fakir için öyledir. İmanını babadan miras olarak alanlar, bana “lüküs hayat” şarkısının nakaratını hatırlatırlar:

Bak keyfine, yan gel de yat

Ne güzel şey, oh ne rahat

Babadan miras kalmış bir iman, “gel keyfim gel” imanıdır, “lüküs hayat” fantezisinin imana adapte edilmiş versiyonudur. Eğer iman babandan kalmışsa, hiçbir bedel ödememişsen, imanın mal gibi miras kalacağına inanan biriysen, o zaman ayağın göl başın pınar: Bak keyfine…

“İmanım hayatımdır” diye düşünen bir insan, imanını borçlu olduğu şeye, hayatını borçludur. Bendeniz öylelerindenim. İmanımı Kur’an’a borçluyum. Onun için de 20’li yaşlarımdan beri, Kur’an’a karşı hep iflah olmaz bir borçluluk duygusu hissettim. Hani biri sizin hayatınızı kurtarır. Siz de ona hayatınızı borçlanırsınız. Bu borcu bir ömür ödemeye çalışırsınız ya, işte benim Kur’an’a olan borçluluk hissim böyle bir şeydir.

Geleneksel dindarlığın hâkim olduğu bir ailede doğdum. Yedi yaşımda mushafla tanıştım. Kur’an’dan ezberler yapmaya yedi yaşımda başladım. Daha latin alfabelerini sökmeden Kur’an okuyordum. Bir imam ve fahri vaiz olan babamın sohbetleriyle ve kitaplarıyla büyüdüm. Ailem sûfi meşrep olduğu için, o meşrebin din algısının dışındaki her algıya kapalıydım. İmam-Hatip Ortaokulu, İ.H. Lisesi, Yüksek İslam Enstitüsü… Hep dini okullarda olmama rağmen bendeniz Kur’an’ın anlamıyla 20’li yaşlarıma kadar hiç tanışmadım. Daha doğrusu Kur’an’da bir anlam olduğunu bile bilmiyordum. Bunu fark edeceğim bir şey görmedim, yaşamadım.

İçinde bulunduğum sufi tonu ağır geleneksel dindarlıkta selim akıl, fıtrat ve insan tabiatıyla çelişen ve çatışan öyle şeyler gördüm ve yaşadım ki, bu şeyler beni derin bir kuyuya düşürdü. “Din bu olamaz, olmamalı” diyordum. Aklımla imanım savaşıyordu. Dahası, Allah’ın yasaları olan “sünnetullah” ile, Allah’ın dini sandığımız uydurulan din savaşıyordu.

İnsan bir kez fark etti mi, bir daha görmezden gelemiyor. Demek ki, insanın tabiatında var bu. Bendeniz de bir kez fark ettiğim ve “Din bu olamaz” dediğim noktadan itibaren içime bir kuşku düştü. “Ya din dediğin buysa!” İçimin sol yanı böyle derken, sağ yanı da: “Yok, yok! Kesinlikle bu değildir! Vardır bir doğrusu, ama biz bilmiyoruz!” diyordu.

İyi de, din bu değilse neydi? Nerede bulacaktım ben onu. Tam derin bir krize düşmek üzereydim ki, Kayseri’de, Sabır Apartmanı’ndaki öğrenci evinde, elime yarım gazete ebadında, kapaksız, albenisiz, bir tomar dergi geçti. Edebiyat ürünlerinin sergilendiği bir dergiydi. Dergide bir sürü öykü ve şiir vardı. Gönülsüzce karıştırırken, sütunlar boyunca devam eden koyu harflerle dizilmiş bir sayfaya geldim ve orada durdum. Beni bir şey o koyu harflerin ta içine çekiyordu. Okudum… Okudum… Okudum… Elimdeki dergi tomarının her sayısında o sayfaları buldum ve sonuna kadar o koyu harfli sütunları okudum. Bittiğinde neredeyse sabah ezanı okunacaktı. Aman Allah’ım, ben bir hazine bulmuştum.

Evet, tahmin edeceğiniz gibi o sütunlar yalınkat Kur’an mealiydi. Allah, Allah! Bu yaşıma kadar ben bunları niçin görmemiştim? Mesela, şu sure… Bu sureyi ben ezbere biliyorum. Ama ezberlediğim o ayetlerin bana bunları söylediğinden hiç haberim yokmuş.

Kur’an’ın anlamıyla buluştuğum o ilk gün, daha içime çöken ve bana “Din bu olamaz” dedirten sorularımdan bir kaçına cevap bulmuştum bile. O anda gelip de görmeliydiniz sevincimi. Eğer müjde isteseydiniz, canımı bile verebilirdim. Zira söz konusu olan imanımdı. Manevi bir koma halinden hayata yeniden dönmüştüm. Hem de yepyeni ve capcanlı bir hayata. Kur’an, kör kuyuya düş(ürül)müş imanımın elinden tutup çıkarmıştı.

İlk defa Kur’an’ı kucakladığımı… yok yok, onun da beni kucakladığını, kucaklaştığımızı hatırlıyorum. Hani uzun süre ayrıldığı anasına kavuşan yavrusu gibi, ben de ‘anama’ kavuşmuştum. Aç aklımı ve ruhumu, ayetlerin içinden coşup gelen anlam sütüyle besleyecek olan anama. Kur’an imanımı kurtarmıştı. Hayır, hayır! Doğrusu şu: Bana sahtesinin yerine gerçek bir iman vermişti. Etrafımda din diye yaşananları Kur’an’ın mihengine vurduğumda… Vay anam vay… O halimi en güzel ifade eden dize şudur: “Yürek elbet acıyor esvap değiştirirken.

İşte bendeniz Kur’an’ın anlamıyla böyle buluştum.

Hasta olduğunu bilmeyen netsin şifayı. Hele hastalığını şifa sananlar, şifa aramak şöyle dursun, şifayı teperler. Peki, benim gibi hastalığı fark edip de şifa arayan Allah kulları, şifanın kaynağı olan vahiyle nasıl buluşacaklardı? Soru buydu. Dert buydu. Kaygı buydu. Bu mubarek derdin peşinde bir ömür koştum. Yalnız bunun peşinde mi? Bir de, bizi hasta bir toplum haline getiren sahte dindarlığın insanın fıtratında ve selim akılda yaptığı tahribatı göstermenin peşine düştüm. Eşyanın tabiatına ve sünnetullaha aykırı bu dindarlığın nasıl bir hastalık yayıcısı olduğunu göstermek için yazdım, konuştum, koştum, çırpındım…

Herkesin bir hayali, bir rüyası vardır. Hayaller, rüyalar çoktur da, içinde bir tanesi hep en tepede durur. Bu fakirin de bir hayali, bir rüyası vardı. Benim hayallerimin ve rüyalarımın en tepesinde duran “Kur’an nesli” rüyasıydı. Şunu fark ettim: Kur’an nesli Allah’ın muradı, Rasulullah’ın rüyasıydı.

Kur’an nesli Allah’ın projesidir

Esasen bu satırları okumaması gereken, yazarken kendilerini hiç hesaba katmadığım ahmakların eline koz vermemek için, “Allah’ın rüyası” veya “Allah’ın duası” yerine, “Allah’ın muradı” diyorum. Kur’an nesli Allah’ın projesiydi. Zira insan Allah’ın projesiydi.

Her şey insan ile başladı.

İnsan Allah’ın büyük projesiydi. Zira insan varlık ağacının soylu meyvesiydi. Varlık ağacı Allah tarafından bu soylu meyve versin diye ekilmişti sanki. Allah göğü ve yeri, güneşi ve ayı, gündüzü ve geceyi insana musahhar kılmış, insanın emrine vermişti. Peki, insanı kimin emrine vermişti? Elbette insanı kendisine ayırmıştı. Yani insanı eksene koyan Allah’tı.

“Eksende İnsan” demek, insanı Allah’ın koyduğu yere koymaktır. Bize düşen, Allah’ın tasarrufuna saygı göstermek ve insanı onun koyduğu mevkide tutmaktır. Bunun tersi zulümdür. Zira zulüm “bir şeyi yerinden etmek”tir.

İnsanı mahlûkatın eksenine yerleştiren Rabbimiz, insanın o yere layık olması için vahiyler gönderdi. İnsan Allah’ın büyük projesiydi, vahiy de insanın büyük projesi olmak için gönderildi. Vahiy insanı inşa edecek, insan hayatı inşa edecekti.

Rabbimiz, insanlık tarihinin son döneminde Kur’an’ı indirmeyi takdir etti ve bunun için bir peygamber seçti. ‘İnsan’ projesinin son sürümü, ‘Kur’an’ ismini aldı. Bu projeye dâhil olan ilk insan Abdullah oğlu Muhammed idi. O, bu sayede âlemlere rahmet oldu.

Peygamberimiz kendisini bu projeye adadı. 23 yıllık muazzam bir menkıbe yazdı. Projenin ömrü kadar yaşadı. Proje kemale erdiğinde onun ömrü de bitti.

İnsanlığı mayalayacak nesil: Kur’an nesli

Peki, Nebi gitti proje bitti mi?

Bitmedi, devam ediyor. Zira, proje Allah’ın projesiydi, şahıslara bağlı değildi. Bu bir “âlemlere rahmet olma” projesiydi. Projeye sahip çıkanın kendisi de, Allah’ın projesi olacaktı. Nitekim sahabe dediğimiz insanlar, Allah’ın projesine dâhil oldukları oranda büyüdüler, birer yıldız oldular.

Vahyi gönderen Allah, insanların tümünün iman etmeyeceğini biliyordu. Zira bunu bize O öğretti: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes topyekûn iman ederdi: Ne yani, şimdi sen kalkıp onları mü’min oluncaya kadar zorlayacak mısın?” (10:99) İnsanların çoğunun akletmeyeceğini, şükretmeyeceğini, iman etmeyeceğini yine O’ndan öğrendik.

Peki, o zaman Kur’an’ı niçin indirdi?

Yeryüzünde iyilik mayası olacak bir nesli inşa etmek için indirdi: “İçinizden hayra davet eden, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte bunlardır kurtuluşa erenler.” (3:104)

Kur’an’ın içimizden çıkarmak istediği “topluluk”, Kur’an Nesli’dir. Hz. Peygamber’in misyonu, hayatı vahiyle inşa edecek bir Kur’an nesli yetiştirmekti. Yeryüzü bu sayede ilk Kur’an nesline şahit oldu.

İlk Kur’an nesli, aktif iyiliği pasif iyiliğin önüne koyan bir nesildi.

İlk Kur’an nesli, sâlihât’ı hasenât’ın önüne koyan bir nesildi.

İlk Kur’an nesli, hakikatin otoritesini, rivayetin otoritesinin önüne koyan bir nesildi.

İlk Kur’an nesli, Allah’ın dinini ataların dininin önüne koyan bir nesildi.

İlk Kur’an nesli, Kur’an’ı Mushaf’ın önüne, manayı lafzın önüne, tahkiki taklidin önüne, ilmiyyatı hissiyatın önüne, tertili tecvidin önüne, ahlakı ahkâmın önüne, sevgiyi korkunun önüne, şahsiyeti ferdiyetin önüne, cemaati kabilenin önüne, ümmeti asabiyetin önüne koymuştu.

Fakat daha sonra bunlar tam tersine döndü. Aktif iyinin yerini pasif iyi aldı.

Sâlihât’ın yerini hasenât, ibadetin yerini adet aldı.

Rivayetin otoritesi hakikatin otoritesine galip geldi.

Atalar dini, Allah’ın dininin önüne geçti.

Mushaf Kur’an’ın yerine, lafız mananın yerine, taklit tahkikin yerine, hissiyat ilmiyyatın yerine, tecvit tertilin yerine, ahkâm ahlakın yerine, korku sevginin yerine, ferdiyet şahsiyetin yerine, ulus ümmetin yerine geçti. Taşlar yerinden oynadı.

Taşların tekrar yerine konması gerekiyor. Taşların yeri, vahyin gösterdiği yerdir. Bunu yapacak olan yeni bir Kur’an Nesli’dir. Kur’an Nesli’ni inşa sorumluluğu, Kur’an’a iman eden herkesin boynuna bir borçtur. Bu, aynı zamanda vahyin, ona inananlar üzerindeki hakkıdır.

Kur’an nesli rüyası gören Kur’an âşıkları

İşte bu hakkı ifa için harcadım ömrümün en değerli 30 yılını. Peki, Kur’an’ın üzerimizdeki hakkını ifa edebildim mi? Ne mümkün! Zira Kur’an’ın hakkı Allah’ın hakkıdır. Allah’ın hakkı nasıl ödenir? Ne ile ödenir. Ödemek için yaptığınız ve yapacağınız her şey Allah’a aitse…

Baktım, tarih boyunca, Allah Rasulü’nün Kur’an nesli rüyasının peşinden giden hiç eksik olmamış. Ama hep yaşadıkları çağda garip olmuşlar. Sebebi belli, onu Kur’an tekrar tekrar şöyle ifade etmiş: “İnsanların çoğu akletmezler”. Tarih boyunca “Kur’an nesli” rüyası görenlerin azınlıkta olmalarının sebebi de bu. İnsanların çoğunun aklını kullanmamasının sebebi de belli: akletmek emek ister. Kaliteliyi kalitesizden ayıran şey emektir. İnsanlar az emek istediği için, dinin sahtesini kalitelisine tercih ediyorlar ve edecekler. Hep üzümünü yemek, ama hiç bağını sormamak isteyecekler. Ucuz etin yahnisini tercih edecekler, kokmuş bile olsa… Bitli baklayı üç kuruşa kapatmak için, görüyor olsalar da kör gibi davranacaklar.

Mesela Zehebi’nin “hapishaneleri hadis rivayet edenlerle doldurdu” dediği Hz. Ömer’in rüyası Kur’an nesli rüyasıydı. Ona “Salim hayatta olsaydı yerime onu seçerdim” dedirten şey, Ebu Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim’in Kur’an’la inşa olmuş bir akla ve hayata sahip olmasıydı. Ona Kur’an dışında, rivayetlerin yazılı olduğu her şeyi yaktıran da yine Kur’an nesli hassasiyetiydi. Kettani, et-Teratib’inde nakleder: Nebi’nin vefatından sonra, fırsat buldukça onun mescidinde Kur’an müzakere ederdi. Bir seferinde yatsıdan sonra Ebu Musa el-Eş’ari ile iki kişilik bir “Kur’an halkası” kurmuşlar, Kur’an’ı anlama dersi yapıyorlardı. Ebu Musa “Biraz da namaz kılalım” deyince, ömer şöyle demişti: “Deminden beri başka bir şey mi yapıyoruz?”

Hz. Ali’nin rüyası da öyle. Medine’de aldığı ve 25 senesini içinde geçirdiği hurmalığı geniş ailesi ve Ammar, Selman, Mikdat, Ebu Eyyub vb. gibi dostlarıyla paylaştığı açık bir Kur’an medresesine çevirmişti.

Kader Risalesi gibi pür Kur’ani bir metinle göz dolduran Hasan el-Basri’de Kur’an neslinin peşindeydi. Onun Kur’an halkasından yetişen yıldızlar arasında Vasıl b. Ata, Ma’bed el-Cüheni, Osman el-Betti, Amr b. Ubeyd gibi ekol isimler bulunuyordu. İmam Vasıl b. Ata, yetiştirdiği onlarca Kur’an talebesini, her birinden söz alarak üç kıtaya göndermişti. O günün şartlarında bu nasıl bir ufuk, bu nasıl bir vizyondur Allah’ım!

İmam Azam Ebu Hanife, hadisin önce Kur’an’a ortak koşulduğu, sonra Kur’an’ın yargıcı ilan edildiği Kur’an’dan kopuş çağında, Kur’an’ı hep en üstte tutma mücadelesi verdi. Yetiştirdiği öğrencilerin aklını Kur’an’ın inşa etmesi için çırpındı. Bu uğurda ideolojik hadisçiliğin her türlü karalama, itibarsızlaştırma, iftira, tekfir ve fiili saldırılarına maruz kaldı. Hadisçi Kasım b. Sellam “Onun gibi müslümanların kanını döken imam sayılamaz” der (Subulu’s-Selam). Zannedersiniz ki karşınızda İmam Azam değil de bir önüne geleni kesen bir cani var. Ne yapmış? “(Maktul) kâfire karşılık (katil) müslüman kısas edilemez” hadisini Kur’an’ın “cana can” ilkesine karşı olduğu için reddetmiş. Suça bak suça! Devlet ulemasından hadisçi Evzai, onun yeminli düşmanlarından biridir. Bu düşmanlığın arkasında yatan nedeni şöyle açıklar: “Bizim ona düşmanlığımız onun hadise olan tavrı yüzündendir.” Onun hadise olan tavrı neydi? Ona göre, Allah’ın kitabına aykırı her hadis merduttur. Yani İmam, Kur’an’a yeni bir ayet ilave edememenin sıkıntısını, hadis imal ederek gideren çevrelerin oyununu bozuyor, Kur’an’a karşı kurulmuş tuzağı kuranların başına geçiriyordu.

Mehmed Akif, “Kur’an nesli” rüyası görenlerin içinde adı farklı bir yere yazılması gereken biridir. O “Kur’an nesli”nin adını, şairane bir telmihle “Asım’ın nesli” koymuştu. Asım kimdi, biliyor musunuz? Asım, ilk Kur’an neslinden Asım b. Sabit’tir. Allah Rasulü’nün komutanlarından biridir. Gönderildiği bir gazada (Reci) şehit edilmiştir. Rasulullah’ın ömrü boyunca söylediği tek ağıt, Asım ve arkadaşlarının ölümü üzerine söylediği mersiyedir (İbn Hişam, es-Sîra, III, 131-136).

Asrın şehidi Seyyid Kutup, bir Kur’an nesli rüyası görmüştü. Fakat sistem onu projesiyle baş başa bırakmadı. Zalim yönetim ve aceleci çevresi tarafından girmemesi gereken işlere icbar edildi. O canını imanına şahit kılarak tarih sahnesinden çekildi, fakat onun rüyası tarih sahnesinden çekilmedi.

Özne olan vahyin nesneleştirilmesi

Daha sonra garip bir biçimde Kur’an müslümanların hayatından çekildi ve yerini mushafa bıraktı. İlahi bir inşa projesinin öznesi olan vahiy, ‘mukaddes kitap’ (dokunulmaz/ulaşılmaz kitap) ilan edilerek nesneleştirildi.

Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp ‘kutsal nesne’ haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:

Birinci aşama:Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama:Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla “okumak” yerine, onu “hatmettiler”. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafzı abartarak kapatmak demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur’an’da sadece “mushaf”a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu yüceltiyorlardı. Bu, adeta vahye verilmiş bir “sus payı”na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Bu süreçte vahyin yönü değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir “uçan halı” haline getirilmişti.

Bu süreci özetleyecek olursak; anlam üretilmezse form tüketilir, tüketilen form inşa edici özelliğini yitirir. Fakat vahiy, asıl okunup, anlaşılıp, yaşanıp, yaşatmak için indirilmişti. O yeryüzünde yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa edecek olan insanın tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa etmek için inmişti. Ve elbette bunu gerçekleştirmek için onun indiği gibi duruyor olması, insanoğlu için en büyük nimetti. Çünkü her hangi bir yanlış anlama, yanlış anlaşılan şey üzerinde hiç bir kalıcı iz bırakamazdı. Yanlış anlayan, yanlışıyla kalırdı. Yanlış anlaşılan hakikatse, konulduğu yerde, öylece, ilk günkü anlamıyla kalır, kendisini doğru anlayacak olanları beklerdi.

Bu tüm zamanlardaki vahyin muhatapları için Allah’ın sunduğu en büyük imkandır. Bu imkan, içinde yaşadığımız modern zamanlar için de geçerlidir.

Kur’an Nesli Projesinedir – ne değildir?

Kur’an nesli projesi, bu uğursuz süreci tersine çevirme rüyasının bir sonucuydu. Adını “EKSENDE İNSAN” koyduğumuz projenin kısa adı “EKİN” idi.

EKİN projesi neydi ve ne değildi? Bu sorunun cevabı şu ilkelerde verildi:

Vahiyle inşa olmuş, 5 A (aşk, adanmışlık, aidiyet, amel-i salih ve ahde vefa) sahibi, sorumlu ve şahsiyetli aktif iyi insanları bir platformda buluşturma projesidir.

Bu proje: Belli bir yapıya değil, Allah’a davet eder.

Şahıs değil, şahsiyet merkezlidir. Şahsiyet, değerlere sahip olan değil, değerlere ait ve şahit olan insandır.

Proje bölgesel değil, küreseldir.

Güç ve erk değil, rıza-yı ilahiyi elde etme amacı güder.

Çıkarı değil, sevabı paylaşma üzerine kuruludur.

Zafer değil, sefer odaklıdır.

Alma değil, verme projesidir.

Yol arkadaşlarım, bu teklife can u gönülden “evet” dediler ve yola çıktılar. Kur’an Nesli Projesi’nin bir parçası olarak Kur’an Halkaları Projesi ortaya çıktı. Kur’an Halkaları Yönetim Kurulu oluşturuldu. Şimdi de Genç Kur’an Halkalarıiçin adım atıldı. Gençlik bu işe sahip çıktı. Bir insanı, rüyasının gerçekleştiğini görmekten daha çok ne sevindirebilir?

Sancısı ve kaygısı olanlara çağrı

Yukarıda dile getirdiğim sancıları paylaşan herkese çağrımı yineliyor ve Allah’ın Nebi’sini aktif iyi olmaya davet ettiği ayeti hatırlatıyorum:

“Kalk ve uyar!”

Son Nebi’ye gelen bu ilahi emrin açılımı şudur: Kalk ve kaldır. Aktif ol ve aktifleştir. Harekete geç ve harekete geçir.

Bu emir, dünyanın en iddiasız insanını, dünyanın en iddialı insanı yaptı. Bu emrin muhatabı eliyle başlayan hareket, yeryüzünün gördüğü en kapsamlı iman hamlesi oldu. Bu hamlenin rehberi, bu emri aldıktan sonra, bir daha hiç pasif olmadı.

İyiler yatarsa, iyilik de yatar. İyiliğin yatıp kötülüğün kalktığı bir dünyanın iyi olmasını beklemek nafiledir. Böyle bir dünya iyilere zindan, kötülere saraydır. Dünyanın bu hale gelmesine seyirci kalmak, insana verilen “hilafet” görevine ihanet etmektir.

Ey kötülükten ve kötülerden şikâyet eden insan! Şikâyet etme! Kalk ve uyar. İyi bil ki, şikâyet ettiğin o kötüler, annelerinden kötü doğmadılar. Onlar da, dünyanın tüm çocukları gibi, başlangıçta iyi idiler. Fakat yatan iyi idiler. Onlara, “kalk ve uyar” diyen olmadı. Onları, elinden tutup kaldıran ve uyaran olmadı. Aktif iyiler tarafından tutulmayan o eller, aktif kötüler tarafından tutuldu.

Kur’an nesli, kuyuya düşmüş bir Yusuf’tur. Şimdi Yusuf’u kuyudan çıkarma vakti. “Kuyuda Yusuf var!” çığlığını duyanlar üç tür tepki gösteriyorlar:

  1. Ceketini çıkarıp “Ya Allah, bismillah” diyerek kuyuya atlayanlar: Onlara söz yok. Onlar Allah ve meleklerinin kendilerine salavâtettiği kimselerdir (33:43; 2:157).
  2. “Kuyu derin” diyenler: Onlara da söz yok. Zira onlar bahane ehlidir. “Kuyu derin” demekle, sorumluluk üstlenmeyeceklerini daha baştan söylemiş oluyorlar.
  3. “İp kısa” diyenler: Bunlar ilahi senaryoda rol almaya gönlü olup da, yol yordam bilmeyenlerdir. Onlara ipi uzatmanın yollarını göstermek lazımdır. İnsan Yusuf’u kuyudan çıkarmaya talip olursa, ipi uzatmak için elbisesini de, ayakkabısını da, saçını da kullanır. Böyle yapanın kazanacağının garantisi Allah’tır.

Allah’ın senaryosunda rol alan, zafer değil sefer odaklı, sonuç değil emek odaklı çalışır.

“Baki kalanlar, salih amellerdir”.

 

Yorum Yaz