Kur’an’ı tartışmaya açmak

Milliyet’in Pazar ekinde (5 Temmuz 99) genç bir kalem “Kur’an’ı tartışmaya açmak”tan ve “İslam’la hesaplaşmak”tan söz ediyordu.

Bu, tam da Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları arasında basılan ve toplatıldığı Genelkurmay tarafından günler sonra açıklanan “Şeriat mı, Laiklik mi?” adlı broşürün tartışıldığı günlere denk geliyordu. Buna, Cumhuriyet Gazetesi’nin Nuri Kurtcebe imzasıyla yayınladığı (7 Temmuz 99) çöp tenekesindeki şehadet kelimesinin, bir hoca tarafından bir çocuğun kafasına boca edilişini resmeden iğrenç ve sapık karikatürü de eklemek gerek.

Gerek adı geçen broşürde, gerekse mahut küfür Raporu’nda yer alan tezler, oldukça saldırgan ve tahkir edici bir üslupla dile getirilmişti. Bilimsellikle uzak-yakın hiçbir alakası olmayan bu ürünlerin tek ortak tarafı “politik” amaçlar devşirmeye matuf olmasıydı. Bu ürünlerin sahipleri, inkarlarında dahi ‘ciddi’ değillerdi; daha çok bir tetikçi, bir lejyoner gibi hareket ediyorlardı.

Ben, Kur’an karşıtlarının, iki kategoride değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. 1. Onun ne dediğini, içeriğini bilmeden ve mesajına kulak vermeden sesini boğmak için gürültü çıkaran tulumbacı taifesi, 2. Onunla şartlanmış bir kafayla ve egosantrik bir yaklaşımla sözde ilmi bir kisve içerisinde hesaplaşmaya çalışan, oryantalist mantık.

Birincinin en tipik örneği Mekke putperestleridir. Onların tüm çabası Kur’an’ın mesajını boğmaya, onun yüreklere ulaşmasını engellemeye çalışmaktı. Onun için de, Kur’an okunurken gürültü yapar, el şaklatır, zılgıt çekerlerdi. Bunu yapamadıkları zaman da, parmaklarıyla kulaklarını tıkarlardı.

Bu tavır elbette bedevice bir tavırdı. Dinlemeden, algılamadan, anlamadan karşı çıkma tavrı; “Söyletmem, vurun!” mantığı. Bu bedevi tavrı “cehalet saadettir” mantığıyla hareket edenlerin tavrıydı. Neticede, politik çıkarlar uğruna insanın hakikat arayışını boğan bir tavırdı.

Mekke putperest aristokrasisi, Kur’an mesajına karşı bu tavrı alırken bir inancı ya da bir düşünceyi savunmak gibi bir amaç taşımıyordu. Onların savunduğu tek şey politik ve ekonomik çıkarlarıydı. Onlar, bölge halkları içerisinde Kabe’yi elinde tutma şansına sahip olan bir topluluktu ve bu da onlara hem itibar, hem iktidar, hem de servet kazandırıyordu. Mekke aristokrasisi, bu durumu “istikrar” olarak tanımlıyor, mevcut konuma aykırı her çıkışı “istikrarı bozan” bir unsur olarak algılıyordu.

Onların putları savunması, sapık da olsa bir “inancı savunma” olarak adlandırılamazdı. Putperestlik, sapık bir inanç olmaktan daha çok “ticari bir sektör” haline dönüşmüştü. Heykel yapımcılığı yanında, putlar için kesilen kurbanlar, bu kurbanların et, deri ve sakatatı, putlar önünde çekilen fal okları, kuralar; putlara adanan canlı hayvanlar ve değerli eşyalar, putlara ait bağışlardan oluşan neredeyse küçük bir hazine sayılacak altın ve gümüş stoğu… Bütün bunlar sektörü oluşturan kollardı. Bu sektörden beslenen hiç de azımsanmayacak bir kitle vardı.

Mevcut sosyal ve ekonomik yapı, toplumu oluşturan kastlar arasında geçişe imkan vermeyen bir yapıydı. Kur’an ise, bu yapıyı yerle bir ediyor, efendi ile köleyi Allah huzurunda aynı safa çağırıyor ve onlara eşit gözüyle bakıyordu.

Ebu Leheb, Kur’anî davete muhatap olunca, Hz. Peygamber’le pazarlığa tutuşuyordu:

“-Ben Müslüman olursam bana ne var?”

“-Herkese ne varsa sana da o var!

“-Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun!”

Ben, Türkiye’deki Kur’an karşıtlarının tavrını, çok azı dışında, bu kategoriye yerleştirmenin daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’deki Kur’an karşıtları, Kur’an’a küfrederken de, ona inananları her türlü yolla taciz ve tahkir ederken de, Müşrik Mekke sendromuyla hareket ediyorlar. Bir ideolojiyi savunur gibi yaptıklarına, kimi isimlerin ardına sığınıp, ardına sığındıkları isimleri de kutsallaştırmalarına bakılmamalı? Bu gözbağcılıktan başka bir şey değil. Olay tamamıyla iktidar, itibar ve çıkar üçlemesiyle ilgili. Aslında onların tek inancı da işte bu “iktidar, itibar ve çıkar” teslisi.

Kur’an mesajı, gayet tabidir ki, zulme dayalı bu “istikrar”ı bozan bir mesajdır.

Kur’an karşıtlarının yöneldiği ikinci tavır olan oryantalist tavrı, birincilere göre daha rafine ve daha sinsi olsa da; muhatap alınmaya daha değer buluyorum. Çünkü karşınızda dinlemeyen, anlamayan, utanmayan, bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen ve cehaletiyle iftihar eden birileri varsa, onları muhatap almak, “cehalet”i ödüllendirmektir.

Oryantalist mantığı daha sonra ele alacağız.

( 14 Temmuz 1999 )

 

Yorum Yaz