Kurban kesmek insanlığa intisaptır

İnsan bilgisinin hakikate nispeti beştir: Yakin, zan, şek, vehim ve heva.

Yakin, hakikate nisbeti yüzde yüz olan bilgidir. Zan, hakikate nisbeti galip olan (yüzdeye vurursak, yüzde yetmiş beş gibi) bilgidir. Şek, hakikate nisbetiyle yalana nisbeti eşit olan bilgidir. Vehim, özünde hakikate hiçbir nisbeti olmayan, fakat zihinde varmış gibi görünen bilgidir. Heva, hakikate nisbeti sıfır olan bilgidir.

Yani, vehim ve heva bilgi değildir. Kur’an “Hevasını tanrı edinen şu kimsenin hali pür-melalini görmez misin!” derken, bunu kasteder. Bazıları evham ve hevasını hakikat zannetmekle kalmayıp, din diye sunabilirler. Heva bilgi bile değilken, nasıl din olsun? Ama insanlar hevasından konuşurlar, hatta onu din edinirler. Bunu önleyemezsiniz. Hevasından konuşan herkesin bir mazereti mutlaka vardır. İşlenen en behimi cinayetlerin bile bir mazereti varken, ağızdan çıkan cinayetlerin mazereti olmasın mı? Fakat bunlar Allah katında kişiyi mazur göstermez. Olsa olsa, “özrü kabahatinden büyük” sözünü hatırlatır.

Bu mazeretlerin en tumturaklılarından biri de “şefkat gösterisi”dir.

Hiç kimse Allah’tan daha şefkatli değildir. İnsanoğlu her ne zaman bu tür bir gösteriye soyunmuşsa, arkası cılk çıkmıştır. Orada bir güve yeniği aramaya gerek yoktur; zira kesinlikle vardır. Bu, şefkati zehirlemektir. Şefkat zehirlenince, tıpkı zehirli sevgi gibi “itlaf köftesine” döner, yiyeni zehirler.

İnsanlıkla yaşıt kurban ibadetini bu türden zehirli gösterilere kurban etmek, modern zihnin iğfal derekesini gösterir, başka bir şeyi değil. Kurban bu türden zehirli şefkat gösterilerine kurban edilmesin diye, Kur’an önlemini almıştır. Kurban ibadetinin derin maksadını dile getiren ayette, bu önlemi görüyoruz:

“O (kurbanların) etleri de, kanları da asla Allah’a ulaşmaz; ama sizden O’na ulaşan takvadır; işte böylece Biz, (hayvanları) sizin emrinize amade kılmışızdır; sonuçta size yol gösterdiği için Allah’ın yüceliğini dillendirmeniz gerekir: Allah’ı görür gibi davrananları (ebedi saadetle) müjdele.” (22:37)

Konumuz açısından anahtar cümle “kezalike sahharnâhâ lekum” cümlesidir. Buna eskiler “teshir sırrı” derler. Lekum’deki lam’dan kaynaklanan iki anlam vardır: Birincisi, “sizin için emre amade kılmıştır”, ikincisi “sizin emrinize amade kılmıştır”. Nihayetinde ikisi de aynı kapıya çıkar. Yani bir Müslüman hayvan kurban etmekle, Allah’ın mahlûkat için belirlediği hiyerarşiye olan saygısını göstermiş olur. Bu saygı gösterilmediğinde insanın nasıl dört ayaklı tanrılar icat ettiğini görmek için Hindistan’a gitmeye gerek yoktur.

Teshire teslimiyet gerektir. Şu ilahi misafirhanede hane sahibi olan Allah hayvanları da, tıpkı bitkiler gibi insana musahhar kılmıştır. Misafirlikte önüne sunulana burun kıvıran şımarık durumuna düşmemelidir insanoğlu. Hele ununu eleyip eleğini duvara asmışların gazına hiç gelmemelidir. Hadsiz ve hudutsuz ne bir sevgi, ne bir şefkat vardır. Bir haddi hududu yoksa orada şefkat de, merhamet de, muhabbet de yoktur. Sadece heva ve heves vardır. Hevaların şefkat ve sevgi suretine büründüğü yerde, şeytanlar ambalaj işine girmiş demektir ki, “şeytanın, insana hatalarını süslü göstermesi” tam da budur.

Hac 37. ayete tersten dalıp, “madem kurbanın eti ve kanı Allah’a ulaşmayıp takva ulaşıyormuş, o zaman kurban kesmeyelim” demek tabi ki olmaz.

Bu tıpkı, “zekatın parası, Abdestin suyu, namazın erkanı, haccın menasiki Allah’a ulaşmaz, kalbin temiz olsun yeter” incisine benzer. O kişinin, namazın gerekçe ayetinde yer alan “ve le’zikrullahi ekber”den yola çıkıp “Efendim, namazı ille de böyle kılacaksın diye bir şart mı var? Baksana, “zikir” en büyük amaçmış, iki tekbir getir, işte sana namaz” diyen cambazlardan bir farkı kalmaz.

Evet, kurban insanlıkla yaşıt bir ibadettir. Kur’an, Adem’in iki oğlu kıssasında bunu dile getirir. Hac kurbanı olarak Allah’a hediye edilen “hedy”, vahyin dilinde “Allah’ın sembollerinden biri” olarak yer bulur. Hacc sembollerden örülü olduğu için hac kurbanı da “şe’âirillah” alanına dahildir. Hac dışı kurban ise (udhiye), hem paylaşmayı ve teshir sırrını öğretmeyi, hem de insanlık sünnetini yaşatmayı amaçlar. Kur’an açıkça: “Biz her ümmet için kurban kesmeyi bir ibadet kıldık” der (22.34). Yine bu ayetin devamında da “Allah’ın insanlığa rızık olarak verdiğine teşekkür babından O’nun adını anmaları” istenir. Yani, teshire dikkat çekilir.

Kevser suresinin ikinci ayeti, bazılarının savunduğu gibi bir “insanlık sünneti” olan kurbanı emretmez. Verilen sayısız nimete şükrün bir nişanesi olarak namaz ve kurbanın “sadece Allah’a has kılınmasını” emreder. Hz. İbrahim kurban sünnetini teyit eder ve onu İbrahimi bir sünnete dönüştürür. Tüm diğer peygamberler gibi, nebiler mührü Hz. Muhammed de bu izi takip ederek Medine’deki her yılında Kurban keser.

Onun şefkat ve merhamet abidesi olduğundan, ona iman eden kimin şüphesi olabilir ki? Ondan daha şefkatli ve merhametli olma iddiasını isimlendirmeyi de okura bırakayım. Bize düşen onun izini izlemektir; evham ve hevaların peşine düşmek değil.

“Ed-Din” olan İslam’ın insanlıkla yaşıt sünneti ve ilahi sembolü olan kurban ibadetini, kendi şimdi ve buradamızdan tanzim etmeye kalkışıp “kitabına uydurmak” yerine, kendi hayatımızı ve zihnimizi ed-Din”e göre tashih ve tanzim edersek, asıl o zaman “kitaba uymuş” oluruz. Söyler misiniz; “İslamiyet”in öbür adı olan “teslimiyet” bu değilse, başka nedir?

Yorum Yaz