Medeniyet perspektifi olmayanın fetvası

Geçen yazımda Batılılaşma sürecinin AB’ye giriş (ya da girmeyiş)’le, bir şekilde tamamlanması gerektiğini, bu topraklara yeni bir istikamet açısı tayin etmek için batıcı-yabancılaşmış kadroların tasfiyesinin bir yolunun da bu olduğunu söylemiştim.

Yeni coğrafyalara açılım, yeni bir “yürek fethi” hareketine zemin hazırlayabilirdi. Gaziyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum’un 10 asır öncesinden Anadolu’da ektikleri güçlü İslam tohumu sayesinde bu topraklar her türlü sapma ve saptırma girişimine karşı direnebildi. Yönetici seçkinlerin güç kullanarak zorla yabancılaştırma projelerinin tutmayışının temelinde işte bu “kökler” yatmaktaydı.

Hatta ne kadar yabancılaşmış olursa olsun, o köklere nispeti olanlarla o köklere nispeti olmayanların –“refleksif” ve “içgüdüsel” de olsa- davranışları arasındaki farkın sebebi bu. Mehmet Barlas, kendisiyle yapılan bir mülakatta 28 Şubat’ın kirli çamaşırlarını ortaya dökerken Aydın Doğan Dinç Bilgin farkını şöyle ortaya koyuyor:

“Aydın Doğan malum süreçte Dinç Bilgin’e göre çok daha tutarlı davrandı. Gazetesi Ankara’dan talimatla çıktı. Havuz gazeteciliğinin bir parçası oldu; ama Yavuz Gökmen gibi yazarlar da atılmadı. Militarist, derin devletçi yazarlar vardı. Ama hiçbir yazar o dönemde satılmadı. Yine o dönemle ilgili Taha Akyol bana bir olay anlattı: Çevik Bir, Aydın Doğan’ı eleştiriyor. Gazetendeki bazı yazarlar türban konusunda, genç kızların başörtüsü konusunda ‘yanlış yazıyor’ diyor. Aydın Bey, Çevik Bir’e ‘Gel kendileri ile konuş’ diyor. Bunun üzerine Çevik Bir gazeteye geliyor. Genelkurmay ikinci başkanı yazarlarla toplantı yapıyor. Taha Akyol kendisine soruyor: ‘Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye’de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara danışmıyorsunuz?’ Çevik Bir de ‘Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır’ diyor. Daha sonra toplantıda sert tartışmalar oluyor. Çevik Bir gidince Aydın Bey Taha Akyol’u kutluyor. ‘Sen bildiğin gibi yaz. Ben senin arkandayım.’ diyor. Aydın Doğan’ın böyle şeyleri var; ama Dinç Bilgin böyle değil. Aslında Bilgin, aydın, Batı’ya dönük, her kitabı okur gibi görünen; ama ne istediyse tam tersine varan bir insan.” (Zaman).

Barlas’ın gözden kaçırdığı nokta, Sabatayist Dinç Bilgin’in köken olarak bu topraklara, bu toprakları bizim kılan değerlere nispetinin olmadığı idi. Modernleşmeyi “değer yıkıcılık” olarak anlayıp, bu toprakların öz insanlarına ve onların bağlı olduğu değerlere karşı kıyıcı davranan batılılaşma sürecinin tüm seçkinlerini bir de bu açıdan elemeye tabi tutarsanız, karşınıza çıkan gerçek size küçük dilinizi yutturacaktır.

Asıl söylemek istediğim, Anadolu’yu İslam yurdu kılan yürek fethi hareketinin Batı için de geçerli olduğu. Önceki gün akşam bir Alman mühtedisini izlerken gönlüm ve gözüm dolu dolu oldu. İslam’ı atalarından miras olarak alanların mirasyedi psikolojisiyle ulaşamayacakları bir şuur seviyesine, Hüda ismini alan genç kızın yürek teriyle kazandığı iman sayesinde nasıl ulaştığına sözü, yüzü, gözü ve de özü şahitlik ediyordu.

Ben bu gerçeğe yıllardır bizzat şahidim. Avrupa’ya her gidişimde birçok mühtedi Müslüman’la tanışırım. Bilinç seviyeleri beni şaşırtacak kadar ileridir çoğunun. Kimileriyle mesaj alışverişimiz sürer. Onlardaki perspektifi, birçok atadan kalma Müslüman’da göremeyişime hayıflanırım. Bunun en büyük nedeninin “mağlubiyet psikolojisi” olduğunu sanıyorum. Asıl mağlubiyetin kendine ve inandığı değerlere güvenmemek olduğunu insanımıza anlatmanın bir yolunu bulmalı. O zaman, aşağılık kompleksinden belki kurtulacaklardır.

Bu da “medeniyet perspektifi” kazanarak sağlanır. Önce F. Köprülü’nün sonra M. T. Okiç’in çalışmaları sayesinde gün yüzüne çıkan Sarı Saltuk misyonu beni hep kendisine hayran bırakmıştır. Sarı Saltuk’un bugün yedi yerde mezarı (makamları hariç) vardır. Bunun hikmetini ancak medeniyet perspektifiyle açıklayabiliriz: 662/1263’te, davet maksadıyla beraberindeki bir grupla birlikte Avrupa’ya (Balkanlar) geçen Sarı Saltuk, vefatından sonra cesedinin hazırlanan yedi tabuttan birinin içine konmasını ve bu yedi tabutun uzaklarda bulunan yedi kâfir memleketine (Moskov, Leh, Çeh, İsveç, Edirne, Boğdan, Dobruca) defnedilmesini vasiyet etmişti. Zira bu şekilde kabrini ziyaret edecek Müslümanların gerçek mezarını bilmeyecekleri, yedi kâfir memleketinin her birine gitmek zorunda kalacakları ve bu ziyaretler dolayısıyla bu ülkelerin İslam toprağına inkılap, ilhak ya da iltihak edeceğini düşünmüştü.

Yıllar önce Avrupa ziyaretlerimden birinde bir konferansın ardından bir soru sorulmuştu: “Bazı hocalar, daru’l-küfür gerekçesiyle ölülerimizi buraya gömmemizin caiz olmadığını söylüyorlar. Biz de binlerce mark vererek ölülerimizi Türkiye’ye gönderiyoruz. Siz ne diyorsunuz?”

Ben şaşırmıştım. Türkiye’nin ölülere değil “dirilere” ihtiyacı olduğunu, fakat Avrupa’nın Müslüman’ın ölüsüne de ihtiyacı olduğunu. Her Müslüman mezarının, bu topraklara kazılmış bir İslam mevzi olduğunu, yaptıklarının her açıdan yanlış olduğunu söylemekle yetindim.

Anlaşılan bundan böyle bir şeylerin cevazını sorgulamadan önce, şu sorunun cevabını bulmamız gerek: Medeniyet projesi ve perspektifi olmayan bir âlimin başta ekonomik meseleler olmak üzere, sosyal konularda fetva vermesi caiz midir?

Okuyucularımın Ramazan Bayramı’nı tebrik eder, İslam ümmeti için bu bayramın birlik, dirlik, zafer, onur, saadet, bereket, atıfet ve insanlık için rahmet, hidayet ve fıtrat getirmesini niyaz ederim.

( 7 Ocak 2000 )

 

Yorum Yaz