Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul

Amman, Cidde, Mekke ve Medine’yi kapsayan, ışıklarını uzaktan hüzün ve hasretle temaşa ettiğimiz işgal altındaki Kudüs’e teğet geçen dolu dolu bir ziyaretin buğusu hâlâ yüreğimde tütüyor.

Bu yazıyı, söz konusu buğunun gümüş tülleri altında “gurbet” ve “sıla”, “hasret” ve “vuslat” kavramlarının anlamlarını takas ettiği, sözün sınırlarına sığmayan eleğimsağma duygular eşliğinde kaleme alıyorum.

Mekke nedir, İstanbul ne? Medine nedir, Kudüs ne?

“Ne?” diye sordum, “Neresidir?” demeye dilim varmadı. Kurban kuşakların zihninde, yüreğinin haritası Misak-ı Milli’den ötesine uzanamayan küçük adamların zihninde bu isimler sıradan bir “mekana” indirgenmiş olabilir.

Değil, vallahi değil. Mekke’yi, Medine’yi, Kudüs’ü, İstanbul’u yalnızca mekanlardan bir mekana indirgemek, Kâbe’yi mimarinin konusu olan kübik bir taş yapıya, Haceru’l-Esved’i jeolojinin konusu olan bir granit parçasına, Fuzuli’nin Su Kasidesi’ndeki ‘su’yu H20’ya, Nesimi’nin Gül Gazeli’ndeki “gül”ü botaniğin konusu olan bir “bitki”ye, “Osman” adını “yılan yavrusu” mânâsına gelen etimolojik anlamına indirgemek kadar abes ve komiktir.

Bu kentler sıradan kentler değil; ruhu var bu kentlerin, onu ruhunu karartmamış olanlar fark eder ve onlarla diyalojik bir iletişime girebilir. Kalbi var bu kentlerin; onların nabız atışını duyabilecek bir kulağı olanlar bilir. Söyleyecek çok sözü var bu şehirlerin, tabi ki dilinden anlayana…

Eğer, gerçekten duysaydık bu şehirlerin sesini, ahu enininden yanına yaklaşmaya cesaret edebilir miydik dersiniz? Bendeniz, sanmıyorum. Çünkü bu şehirlerin ruhuna yapılan tecavüzler, hatırasina yapılan ihanetler kitaplara sığmaz. Amma ki bir ana kucağı gibi; haşarı çocuklarının ihanetlerine aldırmadan onlara şefkat ve merhamet kucaklarını açmayı sürdürüyorlar. Bağırlarına basıyor, onları rahmet memelerinden kana kana emziriyorlar.

Mekke’nin Kur’an’daki adlarından biri de “Ummu’l-kura”. “Kentlerin Anası” anlamına gelir. Onun için İstanbul Mekke’nin manevi çocuğudur. Üsküdar, onun için “Harem”dir. Harem adının kendisine Harem-i Şerif’i hatırlatmadığı insanların İstanbul’a bakışı, sıradan bir Gebze-Harem hattı dolmuş şoförünün bakışından ne kadar derin, ne kadar anlamlı olabilir ki?

Ya Kudüs? Kudüs adı ne anlam ifade ediyor bu günün “Şarkı görmez garbı bilmez görgüden yok vayesi / Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermayesi” dizelerinde tasvir edilen tuzu kuru kuşakları için?

Kudüs ki, bir değil bin “ah” ile anılsa adı yeridir; yüreğe saplanmış bir hançerin acısı gibi bir acı Kudüs acısı. Osmanlı İslam ordularının yenilgisi üzerine Şam’a giren Fransız ordu komutanının Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin sandukasını tekmeleyerek “İşte döndük ey Selahaddin!” dediğinin üzerinden 80 küsur yıl geçti. Fakat Selahaddin’e ve onun çocuklarına olan kin hâlâ bitmiş değil.

Bu kini, İsrail sınırından içeriye adım attığınızda eğer Müslüman’sanız bir terörist muamelesi görmenizden anlıyorsunuz. Bu kin bana bir yerlerden tanıdık geldi; bulmak için zihnimi fazla zorlamadım: Kendi öz vatanımdan… Kendi kendime şunu sordum: Türkiye’yi imanlı insanlar için yarı açık bir cezaevi haline getiren yönetici akılla İsrail’deki yönetici akıl arasındaki benzerlik huydan mı, soydan mı? Sahi, hangisi hangisinden besleniyor? Doğrusu ben bir karar veremedim.

Mekke, Medine acısı daha farklı bir acı; İstanbul acısına biraz benziyor. Faslı bir entelektüelle Harem-i Şerif’te sohbet ederken, benim yakındığım hususu o benden önce dile getirdi: Ümmetin kalbi burada atıyor, fakat buraya gelen ümmetin seçkin çocuklarını burada birbirinden haberdar edecek, bir araya gelerek müşterek sorunlarını konuşacak ortak bir mekan dahi yok. Suudi yetkililere buradan çağrı yapıyorum: Vebal altındasınız.

Mukaddes mekanların emaneti geçmişte başkalarındaydı, şimdiyse sizde. Eğer emanete sadakat gösterilmezse emanetçi değiştirilir. Bu Allah’ın değişmez yasasıdır. En azından Mekke’de Medine’de, ümmetin müşterek sorunlarının konuşulacağı ortak mekanlar tahsis edilmeli. Oraya gelen alim, mütefekkir ve aydınlar birbirlerini tanımalı, düşüncelerini paylaşmalı, fikir alışverişinde bulunmalı. Bunu gerçekleştirmenin, eğer istenirse çok zor olmadığını düşünüyorum. Haremeyn’e hizmet, Kur’an’ın da ifade buyurduğu gibi müşriklerin de yapıp öğündüğü bir şeydi; asıl olan Allah’ın en muhteşem “harem” olarak yarattığı yüreğin sahibi olan insana ve insanlığa hizmet ve sorunlarına çözüm üretmektir.

Her şeyden önce, bu mazlum ve mağdur ümmet bir gün tekrar dirilecekse, bu dirilişte en büyük rolü Heremeyn ve tabii ki hac ve umre ibadeti üstlenecektir. İstanbul’un, Kahire’nin, Tahran’ın, Kudüs’ün geleceği Mekke ve Medine’nin rolünü gereği gibi oynamasına bağlı.

Mekke hüzünlenirse, İstanbul ağlar: Siz duymuyor musunuz hıçkırık seslerini?

( 18 Ağustos 2000 )

 

Yorum Yaz