Melting Pot ne durumda

Geçen hafta verdiğim aranın gerekçesini bazı okurlarım merak etmişler. Wisdom-Net gurubunun davetlisi olarak 10 günlük bir program için ABD’deydim.

Çoğunluğunu üniversitelerin araştırma ve doktora yapmak için gönderdiği, araştırmalarını ve doktoralarını bitirdikten sonra farklı gerekçelerle ABD’de kalan, halen kimisi üniversitelerde görev yapan kimisi özel sektörde çalışan gurup üyeleriyle, 4 gün boyunca “İslam ve Batı Aklında Ben ve Öteki Tasavvuru”nu konuştuk. Bu ana başlık altında değerlendirilebilecek birçok ara başlığı ele aldık.

Mesela, Vahyin inşa ettiği aklın ille de bir “düşman öteki” icat etmek zorunda bırakılmadığını, insanın bu temel zaafını İslam, şeytanı “düşman öteki” ilan ederek, insan için dezavantaj olmaktan çıkarıp avantaja dönüştürdüğünü konuştuk. Oysaki seküler Batı aklı Şeytan’ın yerine “ötekileştirdiği” birilerini koymuş, kendini ötekileştirdiği üzerinden tanımlamış, ardından onu Şeytanlaştırmış, sonra da onu yok etmek için savaş açmış ve yaptığı her zulmü icat ettiği öteki üzerinden meşrulaştırmıştır.

West Virginia’nın zümrüt yeşili ormanları arasındaki bir tesiste yapılan program, sadece seminerlerden müteşekkil değildi. Aynı zamanda program, Wisdom-Net üyelerine manevi motivasyon kazandırmak için gün boyu süren bir “yoğun bakım ünitesi” işlevi gördü.

Birçok şeyi konuştuk, başta da Amerika’da İslam’ı konuştuk. İslam’ın “Yeni Kıta”daki (!) kökleri, Kolombus’tan 2-3 asır öncesine kadar gidiyor.

Bu da gösteriyor ki, sömürgecilik döneminde Batılıların “keşif” adı altında pazarladıkları şey, aslında klasik bir Batı benmerkezciliğinden başka bir şey değil. Çünkü keşfedilen (!) her yerde insanlar yaşıyor. Bu nasıl keşif? Yapılana keşif adını vermek, aslında sömürgecilerin aklının dibini gösteriyor. Demek ki sömürgeciler, buralarda yaşayan insanları kendileriyle eşit hak ve hukuka sahip bir tür olarak görmek yerine, bilinmeyen hayvan ve bitki türleri cinsinden bir tür olarak algılıyorlar. Zaten yapılanlar da, böyle bir tasavvurun eserinden başka bir şey değil.

Amerika’da İslam konuşulur da, Amerika konuşulmaz mı?

Onu da konuştuk. Amerika toplumu için öteden beri kullanılan bir tabir varmış. Amerikan toplumunu en güzel ifade ettiği kabul edilen bu tabir “ergitme kazanı” yani “pota” anlamına gelen “Melting Pot” imiş. Bir kazan düşünün. Bu kazana üstten İspanyol, İtalyan, Alman, Fransız, İngiliz, Çinli, Koreli atıyorsunuz, alttan Amerikalı alıyorsunuz. Kazan sürekli kaynıyor. Bu unsurları kaynatarak ortaya bir “halita” çıkarıyor. Sistem böyle kurulmuş. Siz buna, “aşure kazanı” da diyebilirsiniz.

Bu kazanın altının sürekli yanması gerekiyor. Kazandaki unsurlar, alttan “Amerikalı” olarak çıkacakları için kazana gönüllü giriyorlar. Alttan Amerikalı çıkmanın bir sürü avantajı var. Kazancıbaşı, bu avantajı kazandakilerin gönüllü kaynaması için “ıskat”, yani “sus payı” olarak kullanıyor. Yani, veren memnun alan memnun. Alttan Amerikalı olarak çıkanlar pastadan pay alacakları için, kazancı da “devr-i daim makinesi” işlediği için memnun.

Tabiî ki kazanın altından çıkanların şikayet etmemesi için tasarlanan birlik, oldukça gevşek bir birlik. Sistem, farklılıkları mümkün olduğunca massetme üzerine kurulmuş. Farklı renkler Amerika’nın zenginliği olarak görülmüş. 20. yüzyılın başında kazanın “karışmayan” unsuru Yahudilermiş. Amerika bir biçimde onları sisteme dahil etmekle kalmamış, “holokost endüstrisi” sayesinde sistemi Yahudilere kaptırmış. Daha sonra Yahudilerin yerini Uzakdoğulular, Latin Amerikalılar vb. almış.

Şimdilerde ise kazanın kaynatamadığı unsur Müslümanlar. Öyle ki, önceki kazancıbaşı “kaynatırım kaynatırım kaynamaz” türküsünü söylemeye başlamışmış. Şimdilerde yeni kazancıbaşı, hasbelkader kazanın içine düşmüş Müslüman unsurları “kaynamadığı” gerekçesiyle kepçeyle alıp alıp ocağa atıyor. Açıkçası, cayır cayır yakıyor. Ve işte cayırtı da tam bu noktada kopuyor. Hem kazanın içinden, hem dışından.

Tıkır tıkır yürüyen “Melting Pat” endüstrisi, birden teklemeye başlıyor. Her şey tersine dönüyor. Sistemin aklı karışıyor. Kazan sahiplerine göre bu kazana atıp da kaynatamadıkları unsur olmamış şimdiye kadar. Bu Müslümanlar nasıl bir “hammaddeye” sahiplermiş ki, Amerika kazanı bile onları kaynatıp “cüz’ü lâ yetecezza”larına ayırmaya yetmiyor? Bence Guantanamo, ünlü Amerikan özgüvenini tuş eden bu “başeğmez” unsurun iç dinamiklerini çözmek için icat edilmiş bir “insan laboratuvarı”.

Bu nasıl bir “tür” ki, modernlerin teslis akidesine, yani “güç, şehvet ve servete” tapmıyor? Bu nasıl bir “tür” ki, herkesin kaynadığı kazanlara giriyor da kaynamıyor? Bu nasıl bir “tür” ki, fiyatlandırılıp pazarlamaya elverişli hale getirilemiyor?

Vicdan ehli Amerikalılar, kazanın içindeki Müslümanları kepçeyle alıp alıp kazanın altına atan acımasız eli tutmaya çalışıyorlar, “Yapma!” diye haykırıyorlar. Fakat o elin sahibi söz dinlemiyor. Kendileri “yeni konserveci” (Neo-Con) takımındanmış. Dünya yese de yemese de, konserveyi böyle yapacaklarmış. Dünyaya da “maide-i Cesus” olarak zorla ve dahi “Tanrı namına” yedireceklermiş.

Şimdi merak edilen birçok soru var:

  1. Dünya bu “con/serveyi” yemezse ne olur?
  2. Kazanın altına atılanlar, ya ateşte yanmayıp da kazanı devirmeye kalkarlarsa?
  3. En korkulanı, kazanın altından “Amerikalı” olarak çıkanlar aslına rücu ederse?

Gelecek hafta “Amerika ve İslam”ı konuşalım isterseniz.9

Yorum Yaz