Meş’ar (Müzdelife) manzaraları

Bir avuç dostla, özgürce vakfe yapmak için çıktığımız Arafat tepesinden, Müzdelife’ye hicret için yola koyulduk.

“…Summe efîdû min haysu efada’n-nâs” (Sonra insanların çağlayıp aktığı yerden siz de çağlayıp akın) diyordu ya Kur’an. İşte o çağlayanın, işte o müminler ırmağının içine karışmak maksadımız.

Bana, “Haccın tarifsiz neşesini insana tattıran nedir?” diye sorsanız, “Arafat’tan Mina’ya, o akan insan seli içerisinde yürüyerek almaktır” derim. Arafat’tan Mina’ya inen iki yol var: Biri Efendimiz’in kullandığı eski yol. Orası 1400 yıldan beri hüccacın Arafat’tan Meş’ar’a, oradan da Mina’ya aktığı yol olarak biliniyor. Şimdi bu yol “tariku’l-meşy” (Yürüme yolu) adıyla biliniyor. Levhalarda da öyle gösteriliyor.

İkinci bir yol daha var. Duyduğuma göre, merhum Özal’ın teklifiyle yapılmış bu yol. O yol Arafat’ı arkanıza aldığınızda sağınızda kalıyor. Bu otoban yolu, sadece Arafat’tan hacıları taşıyan otobüsler kullanıyor.

Ben hacca giden herkese, eğer mümkünse Arafat’tan yürüyerek inmeyi tavsiye ediyorum. Arafat ile Meş’ar arası yaklaşık yedi kilometre. Zaten orada bir vakfe molası vermek gerek. O molanın ardından yaklaşık üç buçuk kilometre daha gittikten sonra şeytan taşlama mahalline varılıyor. Toplam 10-11 km’lik bir yol. Normal bir yürüyüşle iki saatte alınır. Fakat hac izdihamı bu süreyi uzatıyor. Bir de isteğinize bağlı olarak sabaha kadar uzatabileceğiniz Müzdelife (Meş’ari’l-Haram) vakfeniz var.

Arafat’tan akan ve milyonlardan oluşan insan selinin ortasındayız. Adeta yürümüyoruz, bir nehir gibi akıyoruz. Bu manevi neşveyi yaşayan insanlar, “Meğer hac buymuş” diyorlar. Gerçekten de öyle. Siyahı, beyazı, sarısıyla; Asyalı, Afrikalı, Avrupalısıyla birlikte nehirde damla olup akıyorsunuz. Yorulduğunuzu asla hissetmiyorsunuz. Yanımızda iki ihtiyar delikanlı var; gençlere taş çıkartırcasına “Bana mısın?” demiyorlar.

İşte yanımızdan Sudanlı olduğunu tahmin ettiğim bir grup geçiyor; gürül gürül, tekbir sedalarıyla… Önümüzde yürüyen siyahi genç kadın bebeğini sırtına bağlamış, düşmüş Müzdelife yollarına… İşte şu özürlü, eliyle sürdüğü sakat arabasıyla Arafat Mina arasını kat edecek… Ne yazık ki, otobüslerle taşınan Türk hacısı bu lezzetten mahrum. Sele karışmayacak, ümmete bulaşmayacak, bir iyot gibi demir teknelerle getirilip boşaltılacak Müzdelife’ye…

Arafat’ta kulağıma geliyor: “Taşı buradan toplayın, Müzdelife’de taş kalmamış”. Kendi kendime “Müzdelife’nin taşı biter mi hiç, nasıl olur?” diyorum. Tabi işin gerçeğini, Müzdelife’ye gelince anlıyorum: Meğer Müzdelife’ye boydan boya asfalt dökmüşler. “Hay sizin elleriniz kırılsın” desem, şık kaçmaz. Yahu, bu zifti ne kadar seviyorsular böyle. Şimdi hacılara hizmet mi etmiş oldular yani? Bırakın da ayaklarımız binlerce yılan hacılarının ayak iziyle buluşsun. Bunu bile çok görmüşler.

Önceki haclarımdan birindeydi. Belediye başkanları, milletvekilleri de var kafilemizde. Müzdelife’de geceleyeceğiz. Bir rüzgâr var ki, sormayın. Yerden aldığı ne varsa toplayıp adamın ağzına sokuyor. Ee, burası hac yolu, “haz yolu” değil. Baktım yanımda tarzından “kodaman” olduğu anlaşılan (sonradan ünlü ve varlıklı biri olduğunu öğrendim) biri.

Bendeniz, mübarek “sefilliğin” tadını çıkarmaya çalışıyorum. Muhteşem bir şey: Bir daha böyle mübarek bir sefaleti nerede bulacaksın? Yatağın toprak, yorganın ihram, ev sahibin Allah. Otelin 5 yıldızlı değil, bin yıldızlı. Yeter ki, sırtüstü uzanıp göğe bakmasını bil.

Bir ara baktım, mini hortumlardan biri geldi, bizim “beyefendi hazretleri”nin fiyakasını bozdu: Yerden topladığı ne varsa, getirdi adamın tam kafasına boca etti. Homurdanarak kalktı, epey bir söylendi, kendine daha “temiz” ve “konforlu” bir yer aramaya koyuldu. Beni aldı bir merak. Takip ediyorum: İki kayanın arasına uzandı, bizim küçük hortumlar (“görevliler” de diyebilirsiniz) yine boş durmuyor. Biri yine geldi, adamın tam ağız hizasından geçti. Ondan sonra hiç yatmadığını hatırlıyorum.

Görüyorsunuz; nerede olduğunu unutanlar, “mahrumiyet nimettir” düsturunu hatırlamıyorlar bile. Hatırlamayınca tadını çıkaramıyorlar ve mahrumiyetin eşsin nimetinden mahrum kalıyorlar. Külfeti çektikleri halde nimetten istifade edemiyorlar. Bakış meselesi efendim.

Meş’ar’a geldiğimizde küçük kafilemizin çıtı çıkmıyordu. Ayaklar bir batman olmuştu. Bir adım, bin zahmet idi. Giderken Mina çadırlarını “hijyenik” bulmayan kafilemizin hanımları, “Neresi olsa olur, yeter ki oturalım” noktasına gelmişlerdi. İşte “bittim” noktası! “Rabbim bittim!” diyene “Kulum yettim!” diyen bir Allah var. Ama önce bittim diyeceksin; tıpkı Taif dönüşü alemlere rahmet olanın dediği gibi.

Yer ararken tam o anda tümü demir parmaklıklarla çevrili Pakistanlılara tahsis edilmiş çadırların yanındayız. Ama küçük bir sorun var: hepsinin kapısı kilitli. O da ne, tam yanımızda demir parmaklığı açık unutulmuş bir tek çadır var. Hemen dalıyoruz. İçerisi yenilen yemeklerin artıklarının dahi kaldırılmadığı bir yer. Bizim hanımlar için o anda orası 7 yıldızlı Dubai sarayı. “İşte şimdi hacı oldunuz” diyorum.

Oturulan her santimetrekare dünyanın en lüks yeri, yenilen her şey dünyanın en lezzetli yiyeceği, içilen her yudum dünyanın en lezzetli içeceği; işte böyle?

Bir buçuk saatlik bir vakfeden sonra, tekrar “hicret” ediyoruz; istikamet Mina’daki Cemerat mahalli. Hedefse tek: Görünür görünmez, somut soyut tüm şeytanlar?

Yorum Yaz