Üç yüz on iki rakamının hikmeti

Malumunuz Vakit gazetesinin köşe yazarlarından biri, iki generalin Yemen bağlamında tarihe yaklaşımını eleştiren bir yazı kaleme aldı.

Bu yazı tarafsız bir gözle okunduğunda meşru eleştiri sınırlarının ötesinde hiçbir çirkin kelime ve cümle içermiyor. Vakıa, eleştirinin sınırlarıyla hakaretin sınırlarını bıçak sırtı bir biçimde ayırmanın zorluğu da ortada.

İlgili köşe yazısını “sebep”, mahkemenin bir basın organını susturmak demeye gelen tazminat kararını da “sonuç” kabul edecek olursanız, bu sebepten bu sonucu üretmek için birçok halkadan oluşan hayli uzun bir zincire ihtiyaç olduğu açık.

Bu zincire halka yapmak için önce köşe yazısındaki sözlere münasip bir şekil vermek gerekiyor. Bu oldukça maharet isteyen bir işlem. Mesela yazıdaki en ağır cümle olan “Onbaşı bile olamayacakların general olduğu ülke” ibaresini ele alalım. Bu yarım cümleyi hakaret kabul etmek için şöyle özel bir mantığa ihtiyaç var: “Birine “onbaşı” demek hakarettir”. Bu doğru değil. Eğer böyle ise, durum daha da karmaşık bir hal alır. Bu kez de bu kararı veren mahkeme üyelerine Türkiye’nin tüm onbaşılarının hakaret davası açması gerekir. Onbaşı bir askeri rütbedir. Diyeceksiniz ki “Ama generale onbaşı diyor”. Hayır öyle demiyor, “Onbaşı olacak kadar bile ehliyet ve birikime sahip değil” demek istiyor. Hakaret bunun neresinde?

Buna benzer cümle denemelerini geçenlerde Kronik Medya’da da okuduk:

Sağlık memuru bile olamayacakların doktor olduğu ülke?

Araştırma görevlisi bile olamayacakların rektör olduğu ülke?

Biz bunu çoğaltabiliriz:

Polis bile olamayacakların emniyet müdürü olduğu ülke?

İmam bile olamayacakların müftü olduğu ülke?

Traktör sürücüsü bile olamayacakların pilot olduğu ülke?

Muhtar bile olamayacakların başbakan olduğu ülke?

Sahi, kendisi de basın alanında iştigal etmesine rağmen, Vakit aleyhine verilen astronomik tazminat cezasını zil takıp kına yakarak karşılayan malum medya, şu anki Başbakan hakkında da “Artık muhtar bile olamaz” dişe manşet atmıştı, değil mi?

Evet, biri çıkıp yukarıdaki eleştiri cümlelerinden birinin içinde geçtiği bir köşe yazısı kaleme alsa, “Polis bile olamayacakların emniyet müdürü olduğu ülke” cümlesi içerisinde geçti diye tüm emniyet müdürlerinin, tüm müftülerin, tüm pilotların dava dilekçesini kabul ederek tazminat davası açacak bir mahkeme çıkar mıydı? Israr etseler “mahkemeyi gereksiz yere meşgul etmekten” haklarında dava bile açılırdı herhalde?

Ne eksik ne fazla, bu da işte böyle bir şey.

Anlaşılan “özel durum” nedeniyle zincirin bu halkasını imal etmek zor olmamış. Ama yetmiyor ki? Bir değil, beş değil, elli değil, yüz değil, tam 312 general tazminat için dilekçe veriyorlar?

Zincirin bu halkasında birçok karanlık nokta var: Bu generaller emir-komuta zinciri içinde mi bu davaya taraf oldular? Evetse, bunun yasal dayanağı nedir? Askeri hiyerarşi içinde böyle bir yetki hangi yasal dayanaklara referansla kullanılır? Değilse, bu kadar kalabalık bir sayıyı örgütleyen illegal bir yapı mı var? İhtimal vermiyoruz ama eğer varsa, bu yapının ortaya çıkarılması askeri disiplin açısından gerekli değil midir?

Bir de, okurlarımdan birçoğunun kafasına takılmış, soruyorlar: 312 rakamının hikmeti var mı?

Ben de sırf meraklı okurlar adına sorayım: TSK’da toplam kaç general bulunmaktadır? Eğer 312 sayısı tamamını kapsamıyorsa, gerisi neden yok? Ve neden ille de 312? Bununla bir îmâda mı bulunuluyor? Sayı bundan fazlaysa, tazminat davasına müdahil olanlar hangi kriterlere göre seçildiler? Tazminat talep etmeyenler -varsa eğer- bu yazıda kendilerine yönelik bir hakaret kastı bulunmadığı için mi başvurmadılar? O zaman da iş değişmez mi?

Bunlar kamuoyunun bu tartışmalı davada merak ettiği soruların sadece bir kısmı. Bu dava büyük bir ihtimalle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek. Bunlarla birlikte daha birçok soruyu uluslararası yargı mekanizmaları da merak edecektir. Olay şimdiden dünya basınına mal olmuş durumda. Arap basınında ve Avrupa basınında davayla ilgili ilk haberler çıkmaya başladı. Sanırım yabancı basın da benzer soruları soracaktır. Nereden bakarsanız bakın, ülkenin üzerine atılan “askeri vesayet” suçlamasını haklı kılacak bir yanı var olayın.

İşin bir de hiç kimsenin hesap etmediği insani bir boyutu var: Eğer Vakit bu karar sonucu kapanacak olursa, dağıtım ağıyla birlikte yüzlerce insan işsiz kalacak ve bundan doğrudan etkilenecek kişilerin sayısı yaklaşık binleri bulacak. En büyük sorunu işsizlik ve istihdam açığı olan böyle bir ülkede, maaşını bu ülkenin vergi mükelleflerinin ödediği vergilerden alan mahkeme üyelerinin ve yine maaşlarını aynı vergilerden alan davacı generallerin işin bu boyutunu da düşünmeleri gerekmez mi? Yargısı dahi vicdanla cüzdan arasına sıkışacak kadar ekonomik sorunlar yaşayan bir ülkede bu türden tartışmalı davaların yol açacağı toplumsal ve ekonomik sorunları bu zümreler değilse kim hesap edecek?

“312 rakamının bilmediğimiz bir hikmeti mi var?” diyen okur, arkasını şöyle getirmiş: “Ben Vakit okuru olmadığım, üslup olarak kendimi daha farklı bir yerde gördüğüm halde, haber alma özgürlüğümü savunmak adına, Vakit’in açacağı bir kampanyaya her türlü maddi desteği vermeye hazırım?”

Muhatabı ben olmadığım için, bir şey demedim. Ama siz olsaydınız, ne derdiniz?

 

Yorum Yaz