Ne söylediğiniz kadar nasıl söylediğiniz de önemli

Ben yapmamış olsam da, yapılan bazı nahoş şeyler önüme konulunca benim yüzüm kızarıyor, ben utanıyorum. Bu hafta da böyle bir olay yaşadım.

İki haftalık ara tatilinden istifadeyle ailece gittiğimiz ünlü bir kaplıca kentinde avukat bir dost, Akit’te yayınlanan bir köşe yazısını gündeme getirdi. Yayınlandığında görmediğim bu yazıyı okuyunca ben de en az Akit’in avukat okuyucusu kadar rahatsız oldum. Kendi kendime bir kez daha “üslup önemli” dedim.

Evet, üslup önemli, hem de çok. Dünyanın en kötü ürününü iyi bir ambalaj yardımıyla pazarlayabilir, ona müşteri bulabilirsiniz. Tersi de geçerli: Dünyanın en değerli ürününü çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum da edebilirsiniz.

Haklı olmanız yetmiyor, hakkı savunmanız da. Haklılığınız eğer ona yaraşır bir üslupla ispatlanamamış, dahası haklı oluşunuzu batıl bir üslupla savunmaya kalkışmışsanız, haklıyken haksız duruma düşmüş olursunuz.

Savunduğunuzun hakikat olması, kötü üslubunuzun mazereti olamaz. Aksine yanlış üslubunuz, doğrunuzu götüren, onun etkisini sıfırlayan bir işlev görür. Sadece kendinize haksızlık etmekle kalmaz, savunduğunuz hakikate ve negatif üsluptan dolayı o hakikatin bir daha yüzüne bakmayacak olan insanlara da haksızlık etmiş olursunuz.

Eskiler, “üslub-u beyan, aynıyla insan” derler. Belki buna şu çağdaş aforizmayı da eklemek gerek: “Bir davaya en çok zararı, ona düşman olanlardan çok, onu kötü savunanlar verir.” Yalanın dahi allanıp-pullanarak pazara çıkarıldığı ve mebzul miktarda müşteri bulduğu bir dünyada, insanlığın değişmez değerlerini bünyesinde barındıran ve insan mutluluğunun öbür adı olan İslam’dan yüz milyonlarca insan mahrum yaşıyorsa, kendisine layık bir üslupla temsil edilemediğindendir.

En buyurgan, en otoriter, en azarlayıcı üslup Allah’a yakışır. Allah-insan ilişkilerinde insanın Allah’a olan nankörlük ve sayısız kusuru, Allah’ın insana olan bitimsiz rahmet ve şefkati ortadadır. Buna rağmen İlahi Kelam’ın insanın seçme özgürlüğünün önünü tıkamaması, onun irade ve aklına hitap etmesi, onu iknaya çalışması, üsluplarını ‘üslubullah’a bakarak ayarlaması gereken mü’minler için hayli öğreticidir.

İslam için değil, kendiniz için endişe ediniz

Problemin temelinde yatan yanlış, işte bu ara başlıkta dile getirdiğim husustur. Kendinizi nispet ettiğiniz değerlerin cazibesini sizden aldığını düşünmeniz koskoca bir aldanıştır.

Hayır, kimse kendisini insanlığın değişmez değerleri olan dinin jandarması olarak görmesin. Eğer endişe edecekse, kendisi için endişe etsin. Din cazibesini bizatihi hakikat oluşundan, Hakk’a ait oluşundan almaktadır.

Değerler özelleştirilmemelidir. Hele fıtratın öbür adı olan İslam hiç özelleştirilmemelidir. Özelleştirilen değer bir müddet sonra onu özelleştirenlerin “tapulu mülküne” dönüşmekte, o değeri sahiplenmek isteyen başkaları, değere doğrudan ulaşmakta zorlanmaktadır.

Fakat değerler içselleştirilmeli, özümsenmeli ve ‘ben’imsenmelidir. Bir değeri benimsemek, onu yalnızca “bene ait kılmak” değil “beni ona ait kılmaktır.” Ben o değere ait kılınırsa, tıpkı Kur’an’ın Hz. İbrahim’in dilinden ifade ettiği gibi “De ki: Ben de Müslümanlardanım!” aidiyetinin sırrına erilmiş olur.

Mü’min olmak, öncelikle inancından, o inancın hakikati temsil ettiğinden, o inancın kaynağından ve söz konusu inancın kendisine olan vaatlerinden emin olmak demektir. İşte bu nitelikleri kazanmış bir iman, kişide özgüvene dönüşür ve o iman sayesinde sahibi dünyanın en paha biçilmez (satın alınamaz) insanı haline gelir.

İman böylesine içselleştirildikten sonra ‘imaja’ gerek kalır mı? O zaten sahibinin üslubunu da belirleyecektir; üslubunu, usulünü, refleksini, karakterini, davranış kalıplarını ve hayat tasavvurunu.

Din, ruhun elbisesi olan bedenin temizliğini ruhun temizliğinden ayrı değerlendirmemiş.

Unutmayın, üslubun da tahareti olur.

( 14 Şubat 2000 )

 

Yorum Yaz