Nesneleştirmeden Okumak

“Biz Allah Rasulü ile beraberdik. Ansızın yağmura tutulduk. Rasulullah elbisesini yağmur damlalarının altına tuttu. Dedik ki: Ey Allah’ın Rasulü, niçin böyle yapıyorsun? Şöyle cevapladı: Kuşkusuz onun Rabbi ile sözleşmesi benden daha yenidir.”

Önce, harika bir nesneleştirmeden okuma örneği; görgü şahitlerinin dilinden aktarılan bu olayı Ebu Davud’dan nakledelim:

“Biz Allah Rasulü ile beraberdik. Ansızın yağmura tutulduk. Rasulullah elbisesini yağmur damlalarının altına tuttu. Dedik ki: Ey Allah’ın Rasulü, niçin böyle yapıyorsun? Şöyle cevapladı: Kuşkusuz onun Rabbi ile sözleşmesi benden daha yenidir.”

İşte geçen yazımızda “ikra hermenötiği” adını verdiğimiz okuma yöntemi bu. Her oluşu, bir gerçeği gösteren gösterge, anlamlı bir metin, hakikate yapılmış bir atıf gibi okumak, anlamak, anlamlandırmak ve yorumlamak…

Hz. Peygamber’in burada yaptığı da böyle bir okuyuş. Bu okuyuşun en özgün tarafı “Yaratan Rabb’inin adına oku!” çerçevesine sadık kalarak, makro ve mikro arasındaki kozmik ilişkiyi göz ardı etmeden okumak.

Benim asıl dikkat çekmek istediğim, Peygamber’in yağmuru bir “nesne” gibi değil bir “özne” gibi algılayarak okuması.

Bu, işte bu!

Nesneleştirmeden okumak. Yağmura pasif, edilgen, tanımlamaya teşne, işkenceye âmâde bir nesne gibi değil, anlaşılmayı, keşfedilmeyi, şerhedilmeyi, tefsir ve te’vil edilmeyi bekleyen bir “özne metin” gibi muamele etmek. Bu aslında bir hayat tasavvuru, varlığı algılama tarzıdır. Onun için de, bu örnek olayda “yağmur” ölçeğinde kendini dışa vuran bu tasavvur, elbette genelde tüm doğaya ve daha genelde başta insan tüm varlığa bakış açısını ele vermektedir.

Hz. Peygamber’in ara ara sanki şuurlu bir varlıkla görüşmeye gidermiş gibi gör(üş)meye gittiği Uhud Dağı için söylediği şu söz de bu ‘tevhîdî’ hayat tasavvurunun bir başka örneği:

“Uhud bir dağdır, (fakat) biz onu severiz, o da bizi sever.”

Dağla ünsiyet kurmak nasıl bir şeydir? Dağı sevmek ve dağca sevilmek nasıl bir duygudur? Bunu böyle kabûl eden bir varlık felsefesi, bir hayat tasavvuru, ya insana nasıl bakar ve okur? Bu tasavvura sahip birinin insan ve eşya karşısındaki “duruşu” ne soylu bir duruştur! Aslında Yunus’un “Sordum sarı çiçeğe” diye başlayan diyalojik okuması da, bu nebevi okumanın bir devamı değil midir?

Ancak nesneleştirmeden okuyabilenler, okumayı bir diyaloğa dönüştürebilirler; ‘okuyan özneyle okunan özne arasında’ bir diyaloğa. Eğer böyle okurlarsa, soru sorarlar ve cevap alırlar.

Eşyayı dahi nesneleştirmeden okuyan, onunla diyaloğa giren Hz. Peygamber, Kur’an’ı da bu çerçevede okuyor, anlıyor, anlamlandırıyor ve yorumluyordu. Nesneleştirmeden ve diyaloğa girerek. Soru sorarak ve cevap alarak.

Kur’an ilimleri içerisinde özge bir yeri olan Esbab-ı Nüzul (iniş nedenleri) disiplinine Peygamber neslinin verdiği anlam, bu diyalojik bakış açısı gözardı edilerek anlaşılamaz. Değilse, ilk nesil müfessirlerinin bir ayete iniş nedeni olarak, ayetten yaklaşık 1200 yıl önce gerçekleşmiş Asurlular’ın İsrailoğulları’nın iki devletinden biri olan İsrailiyye’yi işgal ve soykırımını göstermeleri nasıl açıklanabilir?

Hz. Peygamber’in insanı okurken gösterdiği titizlik ve hassasiyet elbet yağmuru ve dağı okurken gösterdiği titizlik ve hassasiyetin çok çok fevkindedir. Onun için kendisine can düşmanı olmuş birilerini dinlerken dahi “iki ayaklı kulak” kesiliyor, öyle ki kendilerini dinlediği muhalifleri ona bu tavrından dolayı “kulak” lakabını takıyorlardı.

İslam tarihinde, özden sapma, nesneleştirerek okumadan bağımsız açıklanamaz. Geçen yazımızda Harici okumasından söz etmiştik. Bugün de problemimiz aynı: Kur’an’a adeta işkence ederek, ona kendi istediklerimizi söyletmek. Dine adeta işkence ederek ona duymak istediklerimizi söyletmek. Bu, tam da İngiliz Kraliyet Savcısı ünlü düşünür F. Bacon’ın yaptığından farksız değil. O, işini yaparken suçluların işkence yapılınca nasıl konuştuklarını keşfetmiş ve insan-doğa zıtlığına dayalı felsefesini bunun üzerine bina etmişti.

Bu felsefeyi kabaca şöyle ifade edebiliriz: İşkence et keşfet; yani, nesneleştir ve çöz, indirge ve tanımla. Tabi ki bunun bir devamı olarak manipüle et, kullan, imajını boz, kurgula aşamaları kendiliğinden gelecektir.

Gerek geleneksel, gerek modern olsun, günümüzdeki İslami düşünce ve pratiğin hemen hepsine tebelleş olan en büyük sorunlardan biri, işte bu “değerleri nesneleştirme” sorunudur.

Eğer Kur’an’ı nesneleştirerek anlamaya kalkarsanız, onu hiçbir zaman doğru anlamayacaksınız demektir. Çünkü, onun ne söylediğine kulak vermek yerine, sizin duymak istediklerinizi ona söyletme tarzını tercih edeceksiniz.

Eğer dini nesneleştirirseniz, dine işkence ederek onu sizin beklentileriniz istikametinde konuşturmayı tercih edeceksiniz.

Eğer insanı nesneleştirirseniz, insanı, insanınızı hiçbir zaman doğru okuyamayacak, doğal olarak doğru anlamayacaksınız. Nesneleştirdiğiniz insanı artık partinize, ülkünüzü, mevhum dâvanıza, derginize, çizginize, ideolojinize, cemaatinize, devletinize feda etmek, yem etmek sorun değildir. Çünkü nesneleştirmenin en belirgin sonucu kullanıma ve istismara açmaktır.

İşte bu nedenle “nesneleştirmeden okumak”, doğru okumanın ve doğru anlamanın en garantili yöntemidir. Böyle bir okuma, okuyanla okunan arasındaki ilişkiyi tek yanlı, manipülatif, kurgusal olmaktan çıkarıp özne-özne ilişkisine dayalı çift boyutlu, diyalojik ve ünsiyet derecesine yükseltmektir. Bu tür bir okuma, okuma eylemine aşkın bir boyut katacaktır. Aşkın bir boyut kazanan okuma, zaman ve mekanla kayıtlı bir eylem olmaktan çıkacaktır. Çünkü Kur’an’ın ilk çağrısına uyarak “ikra hermenötiği”ni bir hayat tasavvuruna dönüştürüp, “Yaratan Rabb adına” okuyan, ölümlü ceset değil, ölümsüz ruhtur. İşte, öteye ilişkin şu sözü söylerken, sanırım Hz. Peygamber bunu kastetmiş olsa gerektir:

“Kur’an okuyan kimseye şöyle denir: Oku ve yücel! Tıpkı dünyada okuduğun gibi oku! Makamın, okuduğun/anladığın son ayetin olduğu yerdedir.” (Tirmizi, F. Kur. 3080).

Yorum Yaz