Dört kitabı okumak

İnsanlığın değişmez değerlerini temsil eden İslâm Vahyinin zirvesi Kur’an’dır.

Kur’an vahyi, insanlığın kararan ufkunu aydınlatmaya “Oku!” emriyle başlamıştır. Bu emir, “anla, kavra ve anlat” anlamlarını da içerir.

Okuma aracı sadece yazı değildir. Zaten Hıra’da İslâm Peygamberine “Oku!” emri verilirken “yazılı belgeyi oku” anlamında verilmemiştir. Ama o, meşhur rivayete göre “Ma ene bi-gari; Benim okumam yok!” derken, eğer rivayet sahihse, bu emri -yazılı belge okumak- şeklinde anlamış olsa gerektir.

Elbet bu emri veren makam, onun okur-yazar olup olmadığını da bilen bir makamdır. Resul’e güç yetiremeyeceği bir emir verilmemiştir. O halde, öncelikle bu emir, insanın tüm varlığa “varoluşsal bir metin” olarak bakıp onu bir kitap gibi okuması anlamına gelmektedir. Kur’an ise bu okumanın nasıl yapılacağına ilişkin ideal bir koordinat, sağlam bir altyapı, doğru bir bakış açısı, meşru araçlar, örnek okuma parçaları ve okur hayatları sunmaktadır. İlk inen İkra Suresi’nin ilk beş ayeti, işte bu eksen etrafında anlaşılmalıdır.

Kur’an’ın insana sunduğu farklı okuma –nesnelerini- tasnife yeltenirsek dört başlık altında özetleyebiliriz: 1. Kitab, 2. Tabiat (ayât-ı kâinat), 3. İnsan, 4. Zaman (ayât-ı hadisat)… Bunların hepsi de “ayet”tirler. Okuma “nesnelerini” okumadan onları anlamak ve kavramak mümkün değildir. Bu dört farklı kitabı doğru okumanın en garantili yöntemi de İlahi Kitab’ı hakem kılarak diğerlerini okumaktır. Yoksa insan yanlış okur. Yanlış okuyan yanlış anlar. Yanlış anlayan, hiç anlamayandan daha beterdir, çünkü anlamadığı halde anladığını sanır.

Bu anlamda okumak her insana farzdır. Bu farz İslami olmaktan da öte “insanidir” ve insanın yeryüzündeki varoluşunu anlamlandırmasıyla ilgilidir.

Ancak, her insan “canlı” olarak doğar, “insan” olmak için yaratılıştan getirdiği mevcut potansiyeli açığa çıkarması, onu bir suyun akış gücünü enerjiye dönüştüren baraj gibi enerjiye dönüştürmesi gereklidir. Yani “beşer”in “insan” olabilmesi hayli emek isteyen uzun bir yolculuktur. Kitaplar, bu yolculuğun sadece en sadık arkadaşları değil, aynı zamanda işaret taşlarıdır da.

Okumak bir meleke kazanma işidir. İnsan durduk yerde okuyamaz. İşte bu nedenle okumayışlarına “zaman darlığını” mazeret gösterenler, çoğunlukla “binamaz özürlüler” grubuna girerler. Çünkü onlar, en olmadık, en lüzumsuz işlere dahi bol bol zaman bulduklarını herkesten daha iyi bilirler.

O halde asıl sıkıntı fiziki ve fiili şartlar ve ortamlarla ilgili değil, manevi şartlar ve ortamlarla ilgilidir. Yani problemin kaynağında “zaman yetmezliği” değil, “akıl ve yürek yetmezliği” yatmaktadır. Sorun “dış şartlarla” ilgili değil, “iç şartlarla” ilgilidir. Bir başka ifadeyle insanın “dış imkânıyla” değil, “iç imkânıyla” ilgilidir.

Ciddi misiniz?

Her insanın öncelikleri farklı olabilir. Kimisinin önceliği beşeri tarafıdır, kimisinin önceliği insani tarafıdır. Amiyane tabirle kimisi yangında ilk kurtarılacak olarak “donuna” kırmızı işaret geçirirken, kimisi de “dinine” kırmızı işaret geçirir. İnsanların neyi daha ciddiye aldıkları, onların öncelik sıralamalarına bakılarak daha kolay kestirilebilir.

Bu ülkede “Ben Müslümanım” demenin bedeli, çoğu kimse için “Ben berberim” demenin bedeli kadar bile değildir. O nedenle, bendeniz “Ben de Müslümanım” diyen birine ilk ve tek sorulacak soru şudur, demişimdir:

“Ciddi misiniz?”

Öyle ya! Bu bir iddiadır, hem de iddiaların en büyüğü. Bir insan böylesine muazzam bir iddiada bulunur da, onun ciddiyeti nasıl sorgulanmaz. Bu iddiada bulunan biri kendisine bir don alırken markasını, kumaşını, dikişini, kalitesini sorup araştırıyor da, kendisine “din” alırken “ne koysan gider”, “idare eder” kabilinden davranıyorsa, bu insanın dinini donundan daha fazla ciddiye aldığına siz olsanız inanır mısınız?

Şu piyasaya bakın bir Allah aşkına! Beyimizin karnı ağrısa onu nalbura giderken göremezsiniz. Hatta birinin böyle yaptığını görse, onun aklından dahi kuşku duyar. Doğrudur da. Karnı ağrıyanın gideceği yer doktordur. Hem de, gideceği doktorun pratisyen mi, uzman mı olduğunu dahi dikkate alır. Mümkünse tecrübeli ve referanslı olanını tercih eder, haklıdır da.

Ama ağrıyan karnı değil de “imanı, yüreği, aklı, ahlakı, irfanı” ise, başlar kendi kendisine reçete yazmaya. İlmin de bir rütbe olduğunu, hem de rütbelerin yücesi olduğunu aklına getirmez. Eğer kazara getirirse, onu da birilerine “havale” eder, fakat alın teri, zihin teri, yürek teri dökerek bilgiyi “iktisap” etmez. Haksız kazanca karşı gösterdiği hassasiyeti “beleş” elde edilmiş bilgi ve duyguya karşı göstermez.

Tabii, böylesine ciddiyetsiz bir ortamda din adına devrilen çamlar, bir orman katliamına döner.

İşte bütün bunlardan dolayı sağlıklı bilgilenmenin kanallarını sürekli açık tutmak zorundayız. Bunun yolu, her şeye rağmen okumaktan, kitapla ülfet kurmaktan geçer, zihin damarlarını sürekli açık ve çalışır tutmaktan geçer. Tabii ki okumak, yazının başında tanımlandığı gibi bütüncül ve varoluşsal bir eylemdir, bunu bir an olsun göz ardı etmeden okumak şarttır.

Yaz sıcaklarının bizi mayıştırmasına izin vermemeli. Tatil, yan galip yatmak değil, Kur’an’ın da ifade ettiği gibi, “bir işle yorulanın başka bir iş yaparak dinlenmesi”dir. Unutmayalım ki bu ülkenin geleceğini inşa edecek nesiller, bilgiyi sahici iktidar olarak gören nesiller olacaktır.

“Oku, yaratan Rabbin adına!”

( 19 Haziran 2000 )

Yorum Yaz