Onbirinci emir: Düşmanının ekmeğini yemeyeceksin!

Bilerek konuşsalar, yanmayacağım. Eline bir ekran ya da köşe geçiren, kuru sıkı atıyor. Neymiş efendim; İslamcılar bir karar vermeliymişler: Mevdudi, Kutub, Şerîatî çizgisini mi, yoksa Fazlur Rahman çizgisini mi seçmeliymişler.

Bilerek konuşsalar, yanmayacağım. Eline bir ekran ya da köşe geçiren, kuru sıkı atıyor. Neymiş efendim; İslamcılar bir karar vermeliymişler: Mevdudi, Kutub, Şerîatî çizgisini mi, yoksa Fazlur Rahman çizgisini mi seçmeliymişler.

Salata…

Bu salatayı Kissinger’in yerli versiyonu yapınca çok mu makbule geçiyor? Ne buyurmuştu Yahudi akıl hocası Kissinger: “Mücadele medeniyetler arasında değil, İslam’ın kendi içerisinde olacaktır.”

Kissinger’ınki bir temenni. Tabiî ki bu temenni Kissinger gibi dünyadaki şiddet ve terör tekelini elinde tutan süper güç üzerinde söz sahibi bir isim tarafından söylenince, temenni olmaktan çıkıp bir “plan ve proje”ye dönüşüyor.

Yani bunun anlamı şudur: Biz sizinle savaşmak yerine, sizi birbirinize kırdırmak istiyoruz. Bunun için de sizi ılımlı-radikal, İslamcı-Müslüman, hard İslam-soft İslam, volk İslam-siyasal İslam vs. gibi dikotomik anlam çiftleri altında tasnife tâbi tutuyoruz. Sizden de bu tasnifi itirazsız benimsemenizi ve rolünüzü yazdığımız senaryoya göre oynamanızı bekliyoruz.

Hadi aslanlarım, koçlarım, kuzularım!..

Kırın birbirinizi ve öngörümüzü gerçekleştirin!..

Nasılsa Kissinger’in tefinin önünde çalmadan oynamaya teşne bir yığın ‘yerli’ var.

Bunlardan kimi sırtında bir kambur gibi algıladığı “taşralılıktan” kurtulup, sınıf atlama sevdasıyla yanıp tutuşan yarı-aydın. Nefretle başlayan aşkına kurban etmeyeceği değer yok. Beyazlardan sayılmak için varını yoğunu esmer tenini beyazlatmaya sıvayan M. Jakson kompleksi içindeki bu tip, her mühtedi gibi eski putlarına karşı da çok acımasız.

Kimi, kravat altı şalvar modelinin bir üst versiyonu olan bıyık altı papyon modelinin komikliği içinde düşmanının kapısına durmuş, kendi eski mahallesine doğru küfrediyor.

Kimi “Vallahi, billahi, tallahi ben onlardan değilim” diye yemin ediyor, fakat berikiler onu yine kendilerinden saymıyor.

İşte bunlardan bazıları dikotomik bir mantıkla Mevdûdî ile Fazlur Rahman’ı zıt kutuplara yerleştirip, Müslümanlar’a akıldaneliğe soyunuyorlar: Mevdûdî’nin yolundan gitmeyin Fazlur Rahman’ın yolundan gidin.

Çok sığ, çok sıradan bir yaklaşım bu.

Müslümanlar’a akılları sıra “üsve-i hasene: güzel örnek” gösteriyorlar. Allah’ın Müslümanlar’a model olarak Hz. Peygamber’i gösterdiğini unutuyorlar. Mevdûdî’nin de, Fazlur Rahman’ın da, Kutub’un da Şerîatî’nin de hakkını veren, hizmetlerini takdir eden, çektikleri zulüm ve acıları paylaşan, fakat kendilerini onlara bağlı ve bağımlı görmeyen bir İslami düşünce damarının oluştuğunu görmüyorlar.

Bu damar, Kur’an’a, falanca ya da feşmekanca İslam büyüğü, önderi, aliminin adesesinden bakmıyor. Aksine, Kur’an’ı insan inşa eden bir özne olarak görüyor. Bu damara mensup olan Müslümanlar, tasavvurlarını, akıllarını ve kişiliklerini Kur’an’a inşa ettiriyorlar.

Onun için de Kutub gibi keskin ve polariteye dayalı bir doğu-batı ayrımının doğru olmadığını düşünüyorlar. “Doğular da batılar da Allah’ındır” düsturuyla hareket edip, doğuyu da batıyı da, güneyi de kuzeyi de kucaklayan evrensel ve kapsamlı bir bakışaçısı geliştiriyorlar.

Mevdûdî gibi katı cemaatçi bir yapı yerine, şahsiyetlerden oluşmuş bir sosyal yapıyı öne çıkarıyorlar. Yine Mevdûdî gibi eylemi önceleyen ve siyasetin yeniden inşasına dayanan bir dönüşüm projesi üzerinde değil, bilgi ve hikmeti önceleyen ve tasavvur akıl ve şahsiyetiyle insanın yeniden inşasına dayanan bir dönüşüm projesi üzerinde kafa yoruyorlar.

Şerîatî gibi Batı kökenli düşünce ve ideolojilerle İslam’ın entelektüel bir karışımının oluşturduğu eklektik bir zihin ve dil yerine, daha rafine ve saf bir İslami zihinle tarihi, toplumu ve insanı okumaya çalışıyorlar.

Elbette bu yeni damar Fazlur Rahman’ı da en az Mevdudi ve diğerleri kadar kendine ait biliyor ve okuyor (tersi mümkün mü?). Okumaktan öte, üretiyor. Tıpkı Şerîatî’de yakaladığı celadet ve tecessüs damarını yepyeni bir potada eritip elde ettiği saf usareyi kullandığı gibi, Fazlur Rahman’ın “İslam’ın kendine özgü bir modernlik ve rasyonellik üretme potansiyelini” harekete geçirme projesini de ciddiye alıyor.

Bu damar, Fazlur Rahman’ın düşünce köklerinden iki ana kol olan İbn Teymiyye ve Sadreddin Şirazi’yi, bu iki ismin mezhep, meşrep, mektep olarak birbirinin zıddı olmasına bakmadan, birlikte ve hiçbir komplekse kapılmaksızın okuyor ve damıtıyor.

Fakat bu yeni damar, Fazlur Rahman gibi, Ziyaülhak’ı dönemin başkanı Reagan’a şikayet eden bir mektubu kaleme alacak kafa karışıklığından da fersah fersah uzak duruyorlar.

Eğer yeniden hortlayan “Amerikancı İslam”ın sözümona ‘yerli’ kalemşorları Fazlur Rahman’ı bu yönüyle örnek gösteriyorlarsa, iyi bilsinler ki, mümeyyiz İslam aklına sahip olan bu yeni damar, kendilerini üstadlarının iyiliklerinin doğal varisi olarak görüyor, onların hatalarını ise bala konmuş bir sinek gibi kaldırıp atmayı bir vefa borcu biliyorlar.

Onlara lazımsa buyurup alsından diyeceğim ama, onlar bundan daha beterini yapıyorlar. Yaptıkları, insanlığa ettiklerinin henüz hesabını vermemiş “yalan uygarlığı”na asker yazılmamız için, meccani değnekçilik. Bense bunun tek sebebini görüyorum: Düşmanının ekmeğini yemek.

 

Yorum Yaz