Önce sev, sonra ne yaparsan yap!

Bildiğimizi sandığımız tüm şeylerin hakikate nispetini sorgularsak, sonucu, şu beş başlık altında toplayabiliriz:

Heva, vehim, şekk, zann, yakin. (Klasik bilgi sistemimiz son dördüne yer verir, birinciyi bendeniz ekledim.) Yani tüm bilgimiz bu beş şıktan birine girer. Tabii ki “bilgi” dediğimiz şeylerin hakikat açısından ne kadar itibarı olduğu da bu tasnif sonucunda ortaya çıkar.

Heva, içinde doğru bulunma ihtimali sıfır olan bilgi türüdür. Yüzde yüz asılsızdır. Uyduruk ve keyfidir. Velev ki benzetme, temsil, mecaz yoluyla da olsa, herhangi bir gerçekliğe tekabül etmemektedir.

Heva Kur’an’da “keyfi değer yargısı, içgüdü, arzu ve tutkuya” tekabül eder. Bu yüzden Kur’an, “Şu keyif ve arzusunu ilah edinene bir baksana!” der. Bu tip birine “hevâî” denilir. Heva’nın hakikate nisbeti sıfır olduğu için, hevada doğruluk aranmaz.

Vehim, hakikate zat açısından nispeti sıfır, fakat sıfat açısından bir nevi bir çağrışım yapma, sahte bir benzerliğe sahip olma ihtimali bulunan asılsız bilgidir. Tüm şeytanî vesveselerin amacı, insanda bir vehim üretmektir.

Eğer bu sonuç alınırsa, insan kendi ürettiği vehmin esiri olur, oyuncusu olduğu filmin oyun olduğunu unutup gerçek sanabilir. İşte bu da şeytana ve tüm şeytansılara kişinin kendi gücünden güç, kendi iradesinden irade transfer etmesidir. Kur’an’ın da defaatle beyan ettiği gibi şeytanın insan üzerinde hiçbir yaptırım gücü (sultan) yoktur. Ona gücünü insan verir. Yani şeytan ve şeytanî güdüler, insan üzerindeki tüm etkisini, insanın iradesinden ödünç aldıklarıyla gerçekleştirir.

Şekk, “kuşku, şüphe” anlamına gelir. Hakikate nispeti, yalana nispetiyle aynıdır. Yani hakka ve batıla aynı uzaklıktadır. Doğru olma ihtimaliyle yanlış olma ihtimali eşittir. Doğrulanabilir de, yalanlanabilir de…

Şüphe Gazali’nin de tespit ettiği gibi, hakikate giden yolun ilk durağıdır. İnsan, önce merak eder, sonra kuşku duyar, sonra arar ve arayan bulur. Fakat mutlak hakikatlerde şüphe, “iman” gibi bir önbilginin yerini, “küfür” gibi bir önyargının almasının sonucudur.

Zan, hakikate nispeti çok yüksek olmakla birlikte, az da olsa batıl olma ihtimali de bulunan bilgi türüdür. Bu yüzden Kur’an “Zannın bir kısmını günah ve vebal” olarak nitelendirmiştir. “Zan, insanı hakikatten müstağni kılmaz” buyurmuştur. Hatta düpedüz “Zandan kaçının” demiştir. Çünkü insanların en çok vartaya düştükleri bilgi türü “zan”dır.

Zann, doğru olma ihtimali çok yüksek de olsa, yalan olma ihtimalini bünyesinde taşıdığı için, iman esaslarında zanna yer olmaz. İnsanlar arası ilişkilerde ise, yakini mümkün olmayan konularda suizan yasaklanmış, hüsnüzan emredilmiştir. Peygamberimizin “Müminin mümine kanı, ırzı, malı ve suizannı haramdır” sözü bunu ifade eder. Çünkü suizandan hesap sorulur, fakat hüsnüzandan hesap sorulmaz.

Yakin, yalan ve batıl olma ihtimali bulunmayan bilgidir. Yüzde yüz hakikattir. Bu da üç mertebedir: Bilgiyle elde edilen yakîn, gözlemle elde edilen yakin ve en yükseği bizzat yaşayarak, iç tecrübeyle elde edilen yakin.

Güven bunalımı

Şimdi, bilginin derecelerine neden girdim?

Çünkü hemen tüm problemlerimizin kaynağını, cehaletimiz oluşturuyor. Cehaletimiz, yani biliyorum sanıp bilmediklerimiz… Heva olduğu halde adını sanki bir “bilgiye” dayanıyormuş gibi yapıp ettiklerimiz… Bizi tutuklayan vehimlerimiz (evham)… Yani, kendi ellerimizle kendi boynumuza geçirdiğimiz tasmalar… Ve bu vehimleri ciddi ciddi pazarlamamız…

Kendi elleriyle taştan yonttuğu heykelin büyüsüne kapılarak bir an onun gerçek olduğunu vehmedip “Haydi Musa, konuşsana!” diyen heykeltıraş Michelancelo gibi… Uydurduğu hikâyenin kahramanlarından birini gerçek gibi vehmetmeye başladığını anlayan sekreterinin, Balzac’a, bir gün muziplik yaparak “Mr. Wuatrin gelmiş efendim!” deyince, onun “Ya, öyle mi? Buyursunlar!” diye ayağa kalkıp önünü ilikleyerek, karşılamak için kapıya yürüdüğü gibi…

Hepsinden öte, bu toplumda güveni öldürdüler. Birbirlerine en çok güvenmeleri gereken Müslümanlar, birbirlerine en çok güvensizlik besleyen kesim haline getirildi. Çok ortaklı şirketlerin ısrarla batırılmaya kalkılmasının en büyük nedeni olarak bunu görüyorum. Belki böyle bir olayın en tehlikeli, en ürkütücü sonucu da bu olacaktır; yani “güven bunalımı”…

Bu gidişle üç mümini birbirine ortak etmek, Çin’le Tayvan’ı birleştirmekten daha zor hale gelecek. Şer güçler ittifakının istediği şey de bu ya: İman, güven faktörleri arasında yer almasın…

Oysaki iman, başlı başına bir değerdir. Tüm hatalar karşısında iman, çakıl taşına nispetle Ağrı Dağı gibidir. İmanı bir değer olarak görmeyen bir mümin, aslında kendi imanına hiçbir değer biçmiyor demektir.

Müminler arası ilişkiler, öncelikle imana dayalı ilişkilerdir. Çünkü onların iman ettiği Yüce Kapı, onları kardeş ilan eden kapının ta kendisidir. İman ise zanna değil, yakine dayanır. Yakine dayanan bir imanın kardeşliği de yakin bir kardeşliktir. Eğer bu zeminde yükselen kardeşlik ilişkisinde ille de zanna yer verilecekse, hüsnüzan esastır.

Güven bunalımı aşılmadan, inanç birliğinin hayata yansıması mümkün değildir. Bu da sevgisizliğin bir sonucudur. Bu nedenle olsa gerek, Sevgili Efendimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” buyurmaktaydı.

“Önce sev, sonra ne yaparsan yap” diyen gerçekten güzel söylemiş.

Seveceksin arkadaş…

İnsanın harcadıkça çoğalan tek sermayesi olan muhabbeti kıskanmayacaksın. Uçsuz bucaksız yüreğin bozkırlarında at otlatacak haliniz yok ya! Müminlerden esirgediğiniz oraya, kimi doldurmayı düşünüyorsunuz?

Sevgi, sevilen için kabule en yakın duadır.

Güven bunalımını aşmanın en emin yolu da muhabbettir…

( 21 Mayıs 2001 )

 

Yorum Yaz