Osmanlı sultanları ve hac

Bu soru umre yolculuğumuz boyunca birkaç kez gündeme gelmese buraya taşımayacaktım. Demek ki hâlâ bu mesele zihinleri meşgul ediyor.

Bu vesileyle elimde bulunan ilginç bir metni de okuyucularımla paylaşmak istedim. Çünkü yıllar önce elime geçmesine rağmen bu metni bir fırsatını bulup da köşeme taşıyamamıştım.

Elimdeki bölüm büyük bir metnin sadece konuyla ilgili kısmının fotokopisinden oluşuyor. 1409 (1989) yılında Suudi Arabistan’da basılmış hac hakkındaki bu metnin yazarı Hasen Abdülhay Kazaz isimli Mekkeli bir yazar. Metnin ara başlıklarından biri şöyle: “Gizli olarak hacca gelen ünlü kimdi?”

Bu zat olayı çoktan rahmetli olmuş babasından, o da olayın bizzat içinde bulunmuş olan kişiden naklen anlatıyor. Metnin içeriği özetle şöyle: Olayın canlı tanığı refakatçi kendisine “Hac yapmak için gemiyle yola çıkan kişi size ulaşmak üzere” yazılı bir telgraf alınca harekete geçtiğini söyler. Bu haber üzerine Cidde limanına giderek misafiri alır. Hac mevsiminin son günleridir. Ücretini misafirin ödediği develer ve faytonlar kiralanır. Hac mahallerine çıkılır. Kâbe tavaf edilir. Gizli misafir pek kimseyle hemhal olmadan hac vazifesini ifa eder. En sonunda Cidde limanına kendisini getiren gemiye döner ve orada kendisine refakat eden bu kişiye kapalı bir zarf vererek bunu Mekke valisine vermesini emreder. Vali mektubu refakatçinin yanında açar. Altında padişahın imzası ve tuğrası olan bu mektupta valiye şöyle emredilmektedir: “Tüm masrafı tarafımdan karşılanmak üzere iki büyük bina satın alınıp bu mektubu ulaştıran kişi ve zürriyeti başta olmak üzere, hacıların hizmetine harcanmak üzre vakfedilsin.” Böylece gizli misafirin Sultan II. Abdülhamit olduğu ancak anlaşılabilmiştir.

Bu tanıklığın doğruluk derecesini bilemiyoruz. Kim bilir, belki de doğrudur? Bir yanlış anlama ihtimali de söz konusu olabilir. İşin gerçeğini Allah bilir.

Padişahların haccı Osmanlı’da zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Hatta bu konuda fetva veren şeyhülislamlar ve ünlü alimler bile olmuştur. Bu fetvalar padişahların konumlarının kendileri için ruhsat teşkil ettiğine ve ümmetin maslahatı için padişahların haccı süresiz ertelemelerinin cevazına dairdir. Onlar fetvalarında İmam Ebu Hanife’nin kendisine hac farz olan kimsenin farz olur olmaz yerine getirmesinin şart olmadığı (terahî) içtihadını mesnet gösterirler.

Doğrusu Osmanlı sultanları içerisinde hacca gittiği tarihe sabit olan tek sultan son padişah Sultan Mehmet Vahdettin’dir. O da Ankara hükümetinin kendisine karşı tavrına katlanamayarak İstanbul’u terk ettikten sonrasına denk düşer. Yani Sultan Vahdettin hacca gittiğinde resmen saltanat makamında bulunmamaktadır.

Bunun dışında “Genç” lakaplı Sultan II. Osman’ın devr-i saltanatında ciddi bir hac teşebbüsü olmuştur. Aslında onun niyeti haccı vesile kılarak devletin başına bela olduğunu düşündüğü Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak için Anadolu, Suriye, Filistin ve Irak’taki Müslüman tebaadan yeni bir ordu oluşturmaktı. Genç Padişah Osmanlı’yı girdiği krizden çıkarmak istiyor, bunun sorumlusu olarak da tıkanan sistemi görüyordu. Sistemi tersine çevirmek için ilk yaptığı işlerden biri Hocası Esad Efendi’nin kızını almak oldu. Bu devrim niteliğinde bir uygulamaydı. Büyük bir dönüşümün ilk habercisi olduğu izlenimini veriyordu. Ardından padişahın bizzat hacca gideceği haberi duyuldu. Devşirme asker ve bürokratlar bu işin sonunun kendileri için hayra alamet olmadığını anladılar. Genç padişah sistemi kurcalamanın bedelini canıyla ödedi. Özetle Genç Osman’ın haccetme isteği sadece niyette kaldı.

Osmanlı sultanları belki de çok istedikleri halde mübarek beldeleri ziyaret edememenin verdiği hasreti, özel servetlerinden hacıların hizmetine ve hac mahallerine yüklü miktarlarda bağış yaparak dindirmeye çalışmışlardır. Sürre Alayı geleneğinin arka planında yatan da bu olsa gerektir.

Bugün çoğunun yerinde yeller esen hac mahallerine yaptırılmış olan o irili ufaklı camiler, kütüphaneler, çeşmeler, hanlar, hamamlar ve imarethaneler bu hasretin abidevi birer nişanesiydiler. Bu hasreti yüksek dozda çekenlerden biri de Hz. Peygamber’in ayak izine benzer bir sorguç yaptırıp bunu sarığında taşıyan Sultan I. Ahmet idi. Bu sultan, Topkapı’daki Hz. Peygamber’in ayak izini gördüğünde içindeki duyguları şöyle dile getirmişti: “N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim / Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusulün / Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibinin / Bahtiya durma yüzün sür kademine o gülün”

Şu saygıya bakınız: İşbu Sultan I. Ahmet, tüm dünyanın anıt eserleri arasındaki haklı yerini alan Sultan Ahmet Camii’ni altı minareli olarak yaptırmaya karar vermiştir. Fakat birden Kâbe’nin de altı minaresi olduğu gelir aklına. Kâbe’ye yedinci bir minare ilave etmeden kendi adına yaptırdığı camiin inşasına izin vermez.

 

Yorum Yaz