Osmanlı’yı anlamak için İlm-i Cifre ne kadar muhtacız?

Virgülüne dokunmadan veriyorum;

“Ya büyük veli Muhyiddin-i Arabi”nin işareti? 1165-1240 yılları arasındayaşayan yani Osman Gazi’nin doğumundan 18 yıl önce vefat eden Şeyh-iEkber’in yazdığı eserleri arasında bir tanesi var ki manevi müjdelerin en çarpıcısıdır. “Ed-Dairetun-Numaniyye fi’d-Devleti’l-Osmaniyye”. Evet henüz ortada Osman Gazi ve Osmanlı Devleti’nin hiçbir namı ve nişanı yoktur. Ama büyük veli ilm-i cifir ile onun yakında geleceğini müjdelemiştir.”Tarih dergisi olma iddiasıyla çıkan bir süreli yayında, bir “doçent”e ait olan bu satırlardan yola çıkarak Bilkent’li okuyucumuz şu soruları soruyor:

“İlm-i cifr adı altında ilmi bir kılıfa büründürülen bu anlayış Ehl-i Sünnet nezdinde merdut değil midir? Kuruluşunun 700. Yılına gireceğimiz Osmanlı Devleti’ni ilmi ölçüler çerçevesinde tanımaya ve tanıtmaya bu kadar ihtiyaç varken, ilim adamlarımız/hocalarımız problemli din anlayışlarını tarihe uygulamakla niçin vakit kaybederler? Esas öğrenmek istediğim Muhyiddin Arabi’ye atfedilen eserin konusu ve Osmanlı Devleti’ne işaret olarak algılanan ifadeler?”

Önce cifr hakkındaki soruyu ele alalım. Cifr (aslı cefr), rakam değerli harf sistemi olan ebced hesabı yöntemiyle bir takım tahmin ve kehanetlerde bulunmaktır. Cifr, Şii-Caferi ekolünün kurucusu kabul edilen İmam Cafer’e atfedilirse de, gerçekte, cifr sistemini İmam Cafer’e atfeden önceleri onun öğrencisi ikin sonradan ona tanrılık yakıştıran Ebu Hattab el-Esedi ve arkadaşlarıdır. Ehl-i Sünnet cifri dışlar ve bir ilim dahi saymaz. İbn Haldun, cifri bir ilim değil kişisel yetenek olarak görür. Süyuti, ünlü sahabi İbn Abbas’ın “ebced hesabı”nı sihrin bir çeşidi sayarak “dinle alakası yoktur” dediğini nakleder. Cifr yöntemini en çok kullanan, mutedil Şia’nın dahi dışladığı gulat-ı Şia’dan İsmaililer ve İsmaili metinleridir.

Oysaki Gazali’nin de belirttiği gibi, harflerin sayısal değerler taşıdığına dair hiçbir tutarlı, akli ya da nakli delil yoktur. Cifr yöntemi zannidir, zandan ilim olmaz. Cifrin peşine düşmek zannın peşine düşmektir, oysaki zan, Kur’an’a göre “hakikatten hiç bir şey içermez”. Bu yöntemi, Medine Yahudilerinin, mukatta harflerinden yola çıkarak ümmete ömür biçme şeklinde Hz. Peygamber’e karşı kullandıkları, Hz. Peygamber’in de bunu reddettiği bir gerçek. 19’cular başta olmak üzere, bu yöntemle kıyameti hesaplamaya kalkanların nasıl çuvalladığını ise söylemeye dahi gerek yok.

Gelelim Muhyiddin Arabi’ye atfedilen esere: Eserin ismi eş-Şeceratu’n-Nu’maniyye fi’d-Devleti’l-Osmaniyye’dir. Yukarıda zikredilen isim esere değil, birçok şerhinden birine (Mustafa b Sührab şerhi) aittir ve o da yanlıştır. Doğrusu: Dairatu’l-Cifriyye ale’ş-Şecerati’n-Nu’maniyye’dir.

Tüm otoritelerin ortak görüşü; bu eserin İbn Arabi’ye nispeti asılsızdır. Başta eş-Şeceratu’n-Nu’maniyye olmak üzere, ona nispet edilen cifre ait hiç bir eser, İbn Arabi tarafından tertip edilen Fihristte yer almamaktadır.

İbn Arabi’nin eserlerinin listesini veren es-Safedi de (el-Vafi bi’l-Vefayat) bu eseri anmaz. Sadreddin el-Konevi’ye göre, bu eser Mısır’da meydana gelecek hadiseler üzerine kaleme alınmıştır. Halil b. Aybek es-Safedi’ye nispet edilen şerhe göre, İbn Arabi’nin baştan sona bulmacaya benzer şifrelerinden biri Selim’in Şam’ı alacağına işaret etmektedir.

İlginç olan şudur: Prof Ahmed Ateş’in tespitine göre, 1372 (773)’ten hemen sonra kaleme alınan bu şerhte  “ve kane’l-emr kezalik: iş bu şekilde gerçekleşmiş oldu” denilmektedir. O halde, yorumun Yavuz Selim’le, Osmanlı’yla bir alakası olmadığı açıktır.

Kesin olan şu ki, bu gibi her anlama gelebilen, isteyen herkesin kafasındaki anlamı verebildiği şifreli ve bulmacamsı metinler, sonra gelenler tarafından, artık vuku bulmuş olan olaylar üzerine yorumlanıp, “burada şuna işaret ediliyor” türünden bir te’vile gidiliyor; daha sonra da bu te’vil, olay gerçekleşmeden çok önce yazılan metne ya da yazara atfediliyor. Bu tür şerhlerin nüshaları kronolojik sıraya konulup, ana metinlerdeki cifr şifrelerine yakıştırılan anlamlar alt alta dizilse, olmadan önce bilindiği iddia edilen olayların, aslında vuku bulduktan sonra şarihler tarafından söz konusu metinlere atfedildiği açıkça görülecektir.

Şimdi biz, bu tür yorumların tutarsızlığını dile getirdik diye, Osmanlı küçüldü mü? Bizce, hayır; fakat Osmanlı’nın büyüklüğünü bu tür şaibeli yorumlar üzerine bina eden bir mantık için, evet. İşte bunun için, bu yaklaşım, tarihi anlamada sağlıksız bir yaklaşımdır. Ve Osmanlı gibi tarihin en önemli aktörlerinden biri, bu mantıkla, gereği gibi ne anlaşılabilir, ne de anlatılabilir.

Osmanlı’yı ele almaya devam edeceğiz.

( 5 ŞUBAT 1999 )

 

Yorum Yaz