“Özgürlük ilahiyatı” çağrısı

O, Allah’ın Müslümanlara verdiği bir sadaka. Roger Garaudy’den söz ediyorum.

Onun 20. yüzyılda gök kubbeye saldığı hoş seda, kendisinden önce bu kubbeye salınmış sedaların yanına kaydedilmiştir. Gelecek kuşaklar hakikatin tüm zamanlarda yaptığı yolculuğun izini aramaya çıktıklarında, bu mübarek izler arasında onun izine de rastlayacaklardır. Daha önce bu köşede onun “hatıralarına” atıf yapmıştım. Hakikat peşinde dolu dolu yaşanmış bir ömrün hasılatı olan bu taç eserinde Garaudy öyle şeyler söylüyor ki, onlardan bir kaçını daha bu köşeye taşımaktan kendimi alamadım.

“Her zaman şuna inanmışımdır ki, Saint Thomas yahut Descartes’ten, Gazali yahut İbn Rüşd’den beri Tanrı’nın varlığına ilişkin bütün “ispat” yahut “kanıt”lar, beni Tanrı’nın bizimle ortak ölçüsü bulunmayan aşkın alanına değil, beşeri aklımın sınırları içinde kalan bir şeylere götürmektedir. Yapacağım tek şey ağaçtan yahut akıldan putlar yapmak; ellerimizle yahut mantığımızla üretilen putlar. Bu kanıtlar beni olsa olsa boş (batıl) inançları olan bir tanrıtanımaz yapabilir.”

Aslında bu satırlar klasik kelama/teolojiye yapılmış ateşin bir eleştiriden başkası değil. Belki kıyasıya, fakat doğruluk payı taşımadığını kim söyleyebilir? Bir yerde kadın veli Rabia’nın sözünü hatırlatıyor. Kaldığı şehri ziyaret eden ünlü kelamcı Fahreddin er-Razi’nin Allah’ı bin bir delil ile ispat ettiği kendisine söylendiğinde, şu cevabı verir: “O’nun varlığından bin bir şüphesi olanın bin bir delile ihtiyacı olur. Ben O’nun varlığına bir tek delili bile zait bulurum.”

Garaudy, bu ateşin nefyini şu harika ispat ile tamamlar: “Tanrı’nın yaşayan varlığına, bu varlığa inanışın biçimlendirdiği bir eylemden başka tanık yoktur. Görülebilen görülemeyeni yansıtır. Güzelliğiyle ve çağrışımlarıyla birlikte.”

O, kendisini dünyanın kurucusu ve efendisi olduğuna, değer yargılarının tek yaratıcısı olduğuna inandıran küstah ve mütekebbir Batı’ya şunları haykırır:

“Tanrı’nın yer almadığı sizin ekonomi cangılınızı istemiyoruz artık; sizin politikanızı, milliyetçiliğinizi, bloklarınızı istemiyoruz artık; Tanrı’nın yer almadığı şiddet dengelerinizi de istemiyoruz; sizin bilimciliğinizi de istemiyoruz artık; aslında o, bilimin karşısındadır; nereden geldiğimize ve nereye gideceğimize dair sorularımıza cevap veremeyen bu bilimciliğin, Tanrı’nın yer almadığı çıplak güçten başka bir tutkusu yoktur.”

Hep dedik ve hep diyeceğiz: Kayıp insanın yeniden bulunuşu ancak vahyin inşa ettiği bir tasavvur ve akla sahip şahsiyetler eliyle kurulan bir dünyada mümkün olacaktır. Garaudy, vahyin inşa ettiği tasavvura sahip bir düşünür. Kendi hayat çizgisindeki büyük değişimi bir “kırılma” ve “kopuş”tan daha çok bir “gerçekleşme” olarak tanımlıyor. Bu gerçekleşmede en büyük pay Kur’an’ın:

“Önce Kur’an’ı derinlemesine yeniden düşünüş. Okudukça, okudukça Kur’an bana daha çok yaklaştı. Sanki bugün yazılmıştı ve doğrudan bana sesleniyordu. Deprem (Zilzal) suresini okurken yer sarsılıyor, son Yargı Günü’nde insanların eylemlerine bizzat tanıklık ederken ben ayaklarımın altında yerin homurdandığını duyuyorum, volkanın ağzındaki Paricutin çobanının heyecanıyla. Sorumluluğun uyanışını, Gece Yolculuğu’nu (İsra suresi) okurken ki kadar güçlü yaşamamıştım. Baş döndürücü bir meseldir bu. Ben merkez değilim. Tanrı merkezdir. Bu durumda yeryüzü, Yargı Günü’ndeki gibi titrer ve yeni bir savaşın saati çalar.”

İşte bu gerçeği fark ettiği için fark etmiştir ki “Müslüman olmak, bir X. yüzyıl Arabı gibi yaşamak, Abbasi Halifelerinin adamı olmak anlamına gelmez… Kur’an’ın bildirisi evrenseldir, gelenek ise özelleştiricidir, bölgeseldir, cemaatçidir.”

Ve bir adamın beşeri geleneklerle İlahi gelenek (sünnetullah) arasındaki şu farkı böylesine derin kavrayabilmesi için mutlaka tasavvurunu vahyin inşa etmiş olması şart:

“Önemli olan Kur’an’ın “Allah’ın sünneti” diye isimlendirdiği Tanrı’nın “geleneği”, İbrahim’den Musa’ya, İsa’dan Muhammed’e bildirinin sürekliliğidir?” Ve sorar: “İsa’nın bir devlet başkanı olduğunu hayal ediniz. Politikası ne olurdu dersiniz?”

Ardından modern ikiyüzlülüğün siyasal tezahürünü ifşa eder: “Demokrasi adıyla vaftiz edilen cangıllar arasında teokratik bir demokrasiyi inşa edebilecek miyiz?”

Bir başka yerde bunu “Tanrısal demokrasi” diye adlandırır. Allah’sız siyasetin, Allah’sız ticaretin götürdüğü çıkmazdan başka yere götüremeyeceğinin güzel tesbitlerini yapar. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’de geçen bir yargısını bize nakleder: “Ancak Tanrı’sı olan bir toplum demokrasiyi gerçekleştirebilir.”

Bu yazıyı onun Müslümanlara yaptığı şu çağrısıyla noktalayalım:

“Bunu söylüyor ve bunu haykırıyorum Bugün İslam, yeni bir tarihsel dönemde, ilk arzusu olan toplumsal adaleti yeniden bulmak için bir “özgürlük ilahiyatı”na muhtaçtır.”

 

Yorum Yaz