Özür, özürlülük ve özürlülere dair…

Modern akıl, cenneti dünyada arıyor. Zira hayatı, çift dünyalı değil, tek dünyalı bir gözle okuyor. Bulamayacağı kesin.

Dünya bu aklın elinden kurtarılmazsa, bu sadece hayal kırıklığına değil, büyük bir felakete de yol açacak gibi görünüyor.

Kılçıksız ve sözüm ona mükemmel bir hayat tasarlaması bundan. Özür ve özürlüye “tasarım hatası” veya “hatalı imalat” gibi bakmasının sebebi bu. “Yük” veya “hurda” olarak görüyor onu. Nietzsche’nin, küstahça kibrin eseri olan “üstün insan” tezini hatırlatıyor. Bir tür “Süpermen” yani…  Bu sakat, bu hasta bakışa göre özürlüler “şandala” yani “insan artığı”. Rivayet doğruysa, eski Isparta, hayatı Allah’sız, ahlaksız ve anlamsızlaştırdığı için, özürlülerini aç aslanlara yem diye atarmış.

İşte bu bakış açısıdır iflah olmaz sakatlık. Zira insana, endüstriyel bir mamul gibi bakıyor. Körlük, sağırlık dilsizlik ne ki? Bu kalpsizliktir. Nice körler vardır ki, kalp gözü bin gözün göremediğini görür. Nice sağırlar vardır ki, kalp kulağıyla sessizliğin sesini işitir. Nice dilsizler vardır ki, kalp diliyle sesini kainata işittirir. Ama kalpsizin çıkış yolu yoktur. O iflah olmaz.

Modern tıp bu hasta aklın elinde tehlikeli bir oyuncak… Şer’î hükmü için bana getirilen bir değil birkaç vaka oldu: Ceninin ultrasonda tek kolu görünmüyor veya tek bacağı yarım görünüyor. Sorumsuz ve hastalıklı akıl sahibi hekimin aklına gelen ilk ve tek şey “cenini almak”. Değerden yoksun bir eğitimin ürünü bu kadar oluyor. Ve katliam modern akıl sayesinde anne karnında başlıyor.

Müstakbel ebeveyne “Doğduktan sonra çocuğunuzun sakat kalmama garantisini nasıl alacaksınız?” diye soruyorum. Dahası, “Bırakın doğmamış bebenizi, kendiniz için bir garanti var mı?” diye soruyorum. Anlamayan olursa ekliyorum: “Sırtını sallayınca hörgücünden kurtulacağını sanan deve rolü oynuyorsunuz! Kontenjanınız sırtınızdaki bir heybe değil, sallamakla düşüremeyeceğiniz bir hörgüç gibidir, anlayın artık!” Ve doğum gerçekleşince yaşanıyor asıl şaşkınlık: Meğer iki olayda da cenin sağlammış, ultrasonda görünmemiş.

Vahiy fiziki özrü, özürlülük olarak görmez. O insanın “manevi bedenine” ait özürlerle ilgilenir ve asıl özür olarak onları görür. Bu yolla muhatabında farklı bir “özürlülük tasavvuru” inşa eder. Mesela “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık dönemezler” der. Buradaki “sağır, dilsiz, kör” tabi ki baş kulağı, dili ve gözü değil, gönül kulağı, dili ve gözüdür. İşte bir başka ayet: “Gözler kör olmaz, kör olan göğüslerdeki kalplerdir”.

Onun için, Mekke’nin ileri gelenlerine İslam’ı tebliğ ederken kendisine gelip soru soran bir âmâ ile ilgilenmeyen Hz. Peygamber tatlı-sert bir üslupla uyarılır: “Kendisine âmâ gelince, yüzünü astı ve başını çevirdi: Nereden biliyorsun; belki de o arınacaktı veya öğüt verilecek ve verilen öğüt kendisine faydalı olacaktı?”

İşbu ayetlerin kendisi sebebiyle indiği “İbn Ümmi Mektum” künyeli Abdullah b. Şureyh, Hz. Peygamber tarafından bir savaş sırasında Medine’ye vali olarak atanacaktır. Bu vekâlet, bir tür Hz. Peygamber’in yöneticilik makamına vekalettir. İşte âmâ, işte Peygamber…

Modern akıl, özürlülüğü ve özürlüyü anlayamamakta bir yerde mazur. Özellikle doğuştan özürlüler söz konusu olduğunda, modern aklın çuvalladığı görülüyor. İlahi hikmet açısından bu nasıl izah edilecektir?

Bunu izah son derece kolaydır. Ancak önce insanın önyargılarından kurtulması şart… Mesela, insanın başta sıhhati ve tüm organları olmak üzere, sahip olduğu hiçbir şeyi “Allah’tan tahsil yoluyla elde etmediğini”, aksine “kendisine Allah tarafından bahşedildiğini” hatırlaması ve itiraf etmesi gerekiyor. Öyle ya, kim ödedi gözünün, kulağının, elinin, ayağının, aklının ve ruhunun bedelini? Hiç kimse.

Herkes sonsuzca açılmış ilahi bir kredi ile doğuyor. İsterse inkar etsin, gerçek değişmez. İnkar eden nankörlüğünü tescillemiş olur. İnsan, Allah’tan alacaklı değil, O’na borçludur. Her şeyini ama her şeyini… Zaten “din” kelimesi de “borç” anlamına gelen “deyn”den geliyor. Gerçek dindarlık, “Allah’a olan borçluluk bilinci”dir. Allah insana sahip olduğu her şeyi armağan etmiştir. Armağan sahibi isterse armağan etmez, isterse kısmen eder. İnsanın, O’ndan alacağı varmış da tahsil edememiş havasına girmesi, haddini bilmezliktir.

“Meselenin aslı bu, ama hikmeti nedir?” diye sormakta bir beis yok.

Biz insanlar, bütünü asla göremeyiz. Gördüğümüz parçadır. Parça bütünden kopuk algılandığında bazen “kötü gibi” durur. Ama ait olduğu bütün içinde “güzel” durabilir. Hatta bu alemi de aşıp hayatı bu ve öteki dünya olmak üzere iki yüzüyle kavrayabilseydik, belki de olanın “güzel”den de öte “kusursuz” ve “mükemmel” olduğunu görecektik.

Ama bütünü gören biri var: Allah. Parçayı görene düşen, bütünü görene “teslim olmak”tır. Bu hikmetin aşkın boyutu… Bir de içkin boyutu var. O da, “hayat tasavvurumuzla” ilgilidir. Dünya hayatı bazıları için bir lunapark, bazıları için bir meyhane, bazıları için bir fabrika, bazıları için bir lokanta, bazıları için bir çilehane, bazıları için bir tapınaktır. Vahyin inşa ettiği tasavvura göre ise bir “imtihan salonu”dur. Sınanmak kaderimizdir. Birbirimizle sınanırız, kedimizle sınanırız. Bazen fazlamızla sınanırız, bazen noksanımızla. Özürlünün kendisi özrüyle sınanır, yakınları onunla sınanır, biz onların tümüyle sınanırız. Noksanlar, noksan olmayanlara sahip olduklarını hatırlatan bir “uyarı levhası”dır.

Asıl noksanlık, özürlülük, sakatlık, bu hakikati anlamaktan aciz olmaktır.

 

Yorum Yaz