Ruşen Çakır ile Türkiye`de İslami düşünce üzerine söyleşimiz

Hocamız, Medyascope.tv’de yayınlanan Ruşen Çakır’ın programına katıldı. Söyleşide “Türkiye’de İslami düşünce ve hocamız hakkında merak edilenler” konuşuldu. İşte söyleşinin tamamı:

Merhaba iyi günler. Mustafa İslamoğlu’nu konuk ediyoruz, uzun uzun anlatmaya gerek yok; zaten tanıyanlar tanıyor, tanımayanlar da birazdan hızlı bir şekilde tanıyacaklar. Hoşgeldiniz.

Hoşbulduk.

Mustafa Bey ile Türkiye’de İslamî düşünceyi konuşacağız; tabii bunu konuşurken de kendisi ne yapıyor, ne yapmak istiyor, neler yaşıyor? Bunları konuşacağız. Hemen balıklama girelim: Bir ara siz ana-akım tabir edilen medyada çok sık gözüküyordunuz, dinî konular tartışıldığı zaman tek başınıza ya da tartışmacı olarak bayağı bir… Sanki bir müddettir yok, gitmiyor musunuz? Çağırmıyorlar mı?

Şöyle; her çağırılan yere gitmiyorum, seçiciyim, baştan beri öyleydim, baştan beri seçiciydim; ama son dönemlerde bir karanlık el gitmek istediğim yerleri de karartıyor. Dolayısıyla son dönemleri ayırmak lazım; yoksa başından beri hep seçici oldum, ama son dönemlerde hiç görmediğim bir biçimde bu tanınmadık, bilinmedik gizli bir el bir yerlere müdahale ediyor galiba.

Kara listede mi oldunuz?

Bilmiyorum ki kara liste var mı? Varsa nerededir?

Var olduğunu ben biliyorum, sizin dahil olduğunuzu bilmiyordum.

Bilmiyorum.

O zaman ne denir? Yabancılar öyle der: Kulübe hoşgeldiniz diyelim.

Eyvallah!

Siz ne yapıyorsunuz tam olarak? Ben İslamî hareketler üzerinde çalışan bir gazeteci olarak sizi yıllardır biliyorum; yani ben, 30 yılı aştı, başladığımdan beri de sizi bilirim. Ama belli bir süredir çok istikrarlı bir şekilde birçok kişi kayboldu ya da hareket, çevre kayboldu; ama siz — Akabe Vakfı değil mi yanılmıyorsam?

Evet.

O vakıf ve sizin çalışmalarınız sürüyor. Tam olarak ne yapıyorsunuz? Ne yapmak istiyorsunuz?

Akabe çalışmalarını yaptığım vakıf, yani Akabe’de aslında Kur’an çalışmaları yürütüyorum, orada 16 sene tefsir çalışması, bilfiil tefsir çalışması yaptım, halka açık. Bu bir yaygın eğitim türü aslında, açık dersler, bunlar yani yüzlerce insan yani, hatta 2000’e yakın insan bizzat canlı olarak dinler, tabii yayınlanır aynı zamanda bunlar. Ondan sonra Esma’ül Hüsna dersi yaptım, aynı şekilde aynı formatta. Yani bir tür yaygın eğitim şeklinde veriyoruz. Tabii eserlerim var, eserler de devam ediyor bu arada.

Daha çok Kur’an?

Merkezinde Kur’an var, yani Kur’an etrafında şekilleniyor tüm çalışmalarım.

Biraz da size galiba oradan bir –ne deniyor?– sünnet karşıtlığı yani hadis ve sünnet karşıtlığı konusunda galiba kızıyorlar birileri. Öyle mi?

Birileri böyle bir yakıştırma yapıyor; fakat bu yakıştırmayı yapanların benden farklı bir yerleri yok. Kaldı ki eserlerim ortada, eserlerim üzerinden yapmıyorlar bunu, bunu kayıkçı kavgasına dönüştürüyor, “sünnetçilik” yapıyor, tezgâhında sünnet satmak isteyen, bir şeyler satmak isteyen diye ötekileştirme üzerinden yapıyorlar. Kendilerini böyle var kılan bir zümre var piyasada. Yani kendisini karşıtı üzerinden var kılan, kendisi kendi çalışmaları, kendi becerileri, kendi ortaya koyduğu tezleri üzerinden değil de; başkasına küfrederek, saldırarak, iftira ederek, efendim, ötekileştirerek, hatta şeytanlaştırarak var olmaya çalışan bir tip var, tür var.

Ama anladığım kadarıyla sizin yorumlarınız, yaklaşımlarınız onların var olan birtakım durumlarını tehdit ediyor. Öyle tehdit algısı hissediyorlar değil mi? Yoksa durup dururken sırf belli bir popülarite buldunuz diye mi? Yoksa sizin bazı söyledikleriniz onların söyledikleriyle çelişiyor mu?

Ben oldum olası, yani yazın hayatına girdiğim günden beri benim konumum dinî kültüre, dinî müktesebata, insan tarihine, tefsir tarihine, yorum tarihine eleştirel bir bakıştır, başından beri. Tüm külliyatım da böyle gelir. Dolayısıyla eleştirel yaklaşımımı bu insanlar kaldıramıyorlar. Yani hiç eleştirilmesin istiyorlar. Ortaya konulan bu kültürü de din ilan ediyorlar, ben buna itiraz ediyorum, kökten itiraz ediyorum. Din kültürüyle dini ayırmak gerektiğini ısrarla savunuyorum. Dinin ürettiği veya dindarların ürettiği bir kültür var. Bu, aslında seküler bir şeydir, frapan bir şeydir kültür; her kültürün olduğu gibi ve beşeri bir şeydir; ama din kültürü ile din ayrı şeydir. Dinin sahibi Allah’tır ve sahibi Allah olan bu dinin içeriğini de Allah’ın kelâmı tanımlar. Onun için bunu biraz da şunun için savunuyorum: İnsan aklının önündeki manevra alanı kapandı. Sanat yapamıyor Müslümanlar, bilim yapamıyor Müslümanlar, hayat alanı yok oldu Müslümanların, meşru tüm alanlar kapandı, aklın önünde kapandı, içtihad yapamıyor.

Bunu izleyen, diyelim ki seküler düşünceli birisi diyecektir ki: “Ya, 15 senedir ülkeyi sizin gibiler yönetiyor. Niye kapalı ki? Her istediğinizi yapabiliyorsunuz”. Diyorlar. Demiyorlar mı? Diyorlardır.

Bunu diyorlarsa haksızlık ediyorlar.

Peki neden?

O zaman hani Nasreddin Hoca’nın hesabı, yani eğer eti kedi yediyse, kedi eski kedi yani derler. Eğer yemediyse et nerede? Şimdi eğer öyleyse şu anda bizim çektiğimiz bu sıkıntı ne?

Onu biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı şöyle bir şey söylemişti, mealen: “Kültürde ve sanatta galiba tekeli kıramadık, orada geri kaldık. Her şeyi yaptık, orada geri kaldık” diye bir yaklaşımı olmuştu. Ama siz, anladığım kadarıyla şunu söylüyorsunuz; bu zaten bu yaklaşımla olamazdı. Yanlış mı anladım?

Olamazdı ve olmadı da. Olamaz.

Nedir buradaki temel sorun?

Temel sorun aslında –ki düşüncenin de temel sorunu bu– özgürlük sorunu, bu bir. Farklı olana yaklaşım sorunu, kendiniz için istediğinizi farklı olan için de isteme sorunu; yani temelde ahlak sorunu. Üçüncüsü, düşünceyi düşünce olarak kabul edip, eğer varsa teziniz, ona fikir olarak karşı çıkmak, ona güç uygulamak değil, onu susturmak değil. Onu, tabir-i caizse kendiniz için istediğinizi onun için de istemek ve onun varoluşunu –yani ona itirazınız var, onu kabul etmiyorsunuz ama– onun ifade özgürlüğünü kendi kabul ettiğiniz düşüncenin ifadesini savunduğunuz kadar savunmayı ahlakî bir ilke olarak ortaya koymak. Onların da ötesinde; düşünce mutlaka ve mutlaka önünde alan ister, düşünce kendi alanını bulamadığı zaman şiddete yönelir, yeraltına yönelir, illegaliteye yönelir ve siz bastırdıkça, o düşünce bir yerde farklı bir biçimde patlayacaktır. Onun için bu noktada bendeniz, sorunun özünde bireyin özgürlükleri meselesi; insanın düşüncesinin her ne olursa olsun, rengi ne olursa olsun, istikameti ne olursa olsun, yani iyi-kötü düşünce, hak-batıl düşünce bu ayrı bir şey, bunun tartışması ayrı bir şey, ama düşünceyi düşünce olarak görüp herkesin kendi düşüncesini özgürce ifade etmesini savunabilme, hatta o düşüncenin örgütlenme hakkını savunabilme… yani ilkeler düzeyinde sorun var diyorum.

Burada tabii şöyle bir önemli bir kavram karşımıza çıkıyor: Adalet. Ben ilk İslamcılık çalışmaya başladığım zaman hep karşıma adalet çıktı, çok temel bir kavram olarak ve şimdi zaten ülkeyi yöneten, en aşağı 15 yıldır yöneten partinin ilk lafı adalet. Ama Türkiye’de de en çok konuşulan mesele, hele bir süreden beri: Adalet ve hukuk devleti meselesi. Bu söylediğiniz özgürlük meselesinin teminatı tabii ki adalet, değil mi? Ve İslam, yani Türkiye’de genel olarak sağ, ama özel olarak İslamcılarla özdeşleşmiş bir kavram, bugün nasıl bu kadar arzulanan bir kavrama dönüşür? Yani İslamcıların hiçbir şey getiremese bile adaleti getirebilecekleri varsayılırdı; ama şu anda, 15 yılın sonunda dönüp dolaşıp baktığımızda en çok tartışılan kavram bana göre –bilmiyorum katılıyor musunuz?– adalet oldu.

Esasen adaletin kardeşleri de var. Bana göre beş kardeş bunlar: hakkaniyet, adalet, merhamet, meşveret, ehliyet. Bu beşini bir arada almak lazım; hatta bir yönetim tarzını ele alıyor, değerlendiriyorsanız bu beş kritere göre değerlendirmek lazım; ben hep öyle yaparım. Adalet demekle adalet olmuyor, adaletin içeriğini nasıl dolduruyorsunuz? Adaletin tanımını nasıl yapıyorsunuz? Biraz önce söyledim, kendiniz için istediğinizi başkası için de istiyor musunuz? Adil olmak deyince siz dün size yapılanları şikâyet ettiğiniz, size yapılırken şikâyet ettiğiniz şeyleri elinize imkân geçince, güç geçince başkasına yapıyorsanız, aslında orada nalıncı keseri gibi adaleti yamultuyorsunuz, adaletin tanımını yamultuyorsunuz. Adaletin tanımında adil olmak lazım, tanımında adil değilseniz siz adaleti nasıl sağlayacaksınız? Adaleti sırf kendiniz gibi düşünenlere veya kendinize tahsis ediyor, eğer sizin gibi düşünmeyenlere adaleti çok görüyorsanız, orada adaleti nasıl sağlayacaksınız? Burada adalet algınız, adalet tasavvurunuz yamulmuş demektir. Önce adalet tasavvurunu düzeltmek lazım; ama ben sadece adalet tasavvurunda, algısında problem görmüyorum; merhamet algısında da problem görüyorum, yani bir vicdan problemi de görüyorum; aynı zamanda hakkaniyet algısında da problem görüyorum, aynı zamanda ehliyet algısında da, liyakat algısında da bir problem görüyorum. Onun için yani çeşitliliğe nasıl bakacaksınız? Farklı olana nasıl bakacaksınız?

Peki, pardon dayanamadım, şimdi siz –bir mahalle diye tabir ediliyor–, bir kesimin insanısınız. Ben sizi bildim bileli İslamî çevrenin, İslamî hareketin içerisinde birisiniz ve şu anda da şikâyet ettiğiniz hususların hemen hemen hepsinin birinci derece sorumluları, beraber yürüdüğünüz –şu ya da bu şekilde diyelim– insanlar. Sonuçta şunu yapabilmek kolay mı: “Ya, benimle alâkası yok bütün bu yaşananların” mı diyorsunuz? Yoksa kendinizi de bu şikâyet ettiğiniz hususların bir parçası olarak hissediyor musunuz?

Bunlar bir özeleştiridir aynı zamanda; yani bizde…

Tam da sormak istediğim buydu.

Bir tövbedir. Tövbedir. Bizi Kur’an hep tövbeye davet eder; yani biz insanız ve günah işleyebiliriz, hata edebiliriz, ama tövbe etmek durumundayız. Onun için bu kendimi de dışarıda tutarak yaptığım bir şey değil; kendimi de bir parçası sayarak yaptığım özeleştiri, tövbe bir özeleştiri zaten. Onun için ben aynı zamanda bir özeleştiri yapıyorum; yani İslamcılık tek bir parça değil, İslamcılığı ikiye ayırmak lazım: entelektüel İslamcılık, siyasal İslamcılık. Ben, hiçbir dönemde o anlamda siyasal İslamcı olmadım; çünkü siyasal İslamcılık hep bir parça güce talip oldu, bu bazen çok abartılı biçimde oldu, bazen mütevazı biçimde oldu; ama ben güce talip olan hareket için bir mesafe koymaktan yanayım şahsen. Çünkü güce talip olduğu zaman, bakıyorum güce tapmaya başlıyor, güç onu yönetmeye başlıyor ve artık ilkelerin yerini güç alıyor. İlkeler güce rüşvet veriliyor tabiri caizse, ilkeler güce yedirilmeye başlanıyor; ama entelektüel İslamcılık, yani Akif’in soyu olarak görüyorsak, Tunuslu Hayrettin’in soyu olarak görüyorsak, Sait Halim Paşa’nın soyu olarak görüyorsak, ben oradayım.

Peki, orada tam şeyi sorayım; cemaat vasfı atfediliyor size; yani vakıf etrafında, anladığım kadarıyla Türkiye’nin birçok yerinde de vakfın şubeleri var. Sizin, yani “Mustafa İslamoğlu Cemaati”, ya da belki de “Akabe Cemaati” diyorlardır, neyse, bu atfediliyor ve yanılmıyorsam siz bunu kabul etmiyorsunuz.

Etmiyorum, hiç etmedim; çünkü doğru değil. Bu doğru değil. Dışarıdan aslında biraz da yamultulmuş bir algı bu; hatta bir algı operasyonu. Zira cemaat değil, ben Müslümanların böyle cemaat türü yapılarla –affedersiniz– sürüleştirilmelerine karşı başından beri mücadele eden bir insanım. Akabe’yi ben bir okul olarak gördüm ve benim de o okulda derslerim var. Hiç kimseye, Akabe’ye gelen hiç kimseye şu âna kadar kimlik sormadım, bırakın meşrebi ekolü, mektebi mezhebi dinini bile sormadım ve sözümün geçtiklerine de sormamaları gerektiğini söyledim, başından beri. Dolayısıyla Akabe benim emek verdiğim insanların içinden çıkmış bir grubun kurduğu bir müessese. Akabe’nin kardeş kuruluşları var; onlar da aynı, ama ben Akabeli değilim, Akabeci hiç değilim, Akabe’nin de –o maddi hata var orada, onu düzeltelim– şubesi yok. Akabe fikriyatından olanların birlikte olduğu dernekler var Anadolu’da. Onu söyleyelim.

Anladım. Peki, siz yani o anlamda mesela şey yapıldı, biliyorsunuz, onu da tabii ki reddedeceksiniz ama yine de söyleyeyim; “Fethullahçıların boşalttığı yeri doldurmak istiyor” diye sizin aleyhinize bir propaganda da yapıldı. Yani bir o cemaat gidip yerine gelmek istiyor.

Bu propagandayı yapanlar şu anda o yeri doldurmuş olanlar.

Güzel. İsim vermeye gerek yok.

Eğer gerçekten onların dediği gibi olsaydı şu anda, 28 Şubat’ta benim konferansım iptal edilmedi ama bu dönemde benim konferansım kendi memleketimde iptal edildi.

Kayseri’de.

Eyvallah.

İhsan’ı da şeye sokmadılar, kitap fuarına. O da Kayserili.

Böyle olabilir miydi? Böyle olsaydı. Onun için onlar, hem vurup hem de ne vuruyorsunuz diye mahalleyi velveleye verenler.

Mustafa Bey, sizin şeyiniz nedir? Background’unuz nedir? İlahiyât mı?

İlâhiyat. Türkiye’de ilâhiyat, yurtdışında El Ezher ve ondan sonra hep ilâhiyat alanında oldu çalışmalarım.

Esas tefsir mi?

Tefsir.

Anlam olarak.

Evet.

Ama “ilâhiyat”, biliyorsunuz, bizde “devlet memuru”dur; hocaysa da, öğrenciler dar bir çevrededir. Siz bu ilâhiyatı sokağa taşımışsınız.

Bundan dolayı Allah’a ne kadar teşekkür etsem azdır, göbeğimden hiç devlete bağlanmadım. Onun için de yani, bu kursaktan, yani devlet hazinesinden bir kuruş nasip olmadı, eserlerimle yaşayan bir insanım, eserlerimle geçimimi temin eden bir insanım ve bu anlamda özgürüm.

Peki o anlamda mesela Diyanet’in varlığına nasıl bakıyorsunuz? Eleştiriyor musunuz? Karşı mısınız?

Artık de facto olarak Diyanet var, eğer “Diyanet kuracağız, ne diyorsunuz?” diye gelseydiniz, ben “Efendim, dini devlete yamamak tarih boyunca hep dine zarar vermiştir. Zira devlet işlediği suçları, kötülükleri, zulümleri hep dinle meşrulaştırır ve faturasını da dine çıkarır” derdim. Ama kurulmuş, şu anda var. Dolayısıyla var olan bir şey üzerinden konuşacaksak, bunları daha önce çok yazdım, söyledim, bir daha söyleyeyim: Ben Diyanet’in devletin şemsiyesi, iktidarın şemsiyesi altında bir kurum olmasına başından beri karşıyım. Peki, cemaatlere, tarikatlara mı verilsin? Haşa, aman ha! Tövbe!

Tam da onları soracaktım.

Tövbe! O cinayet üstü cinayet olur. Peki, ne yapılsın? Diyanet özerkleştirilsin. Yani imamların seçiminde imamların arkasında namaz kılan, namazını onlara güvenen — ki namaz öyle basit bir şey değil, bir adama namaz güveniyorsunuz. Düşünün imamlara maaş vermekten vazgeçse Diyanet, imamlardan yüzde kaçı namaz kılmayı bırakır? Yüzde kaçı o camiyi bırakır? Yani dolayısıyla bu soruyu sorduğunuz zaman, o zaman cemaatle imam arasında bir alâka kurulsun ve cemaatler imamlarının seçiminde rol sahibi olsun.

Yani cami cemaati diye tabir edilebilir.

İmamlar, tabii cami cemaati, yani şöyle diğerlerinden bahsetmiyorum lütfen, o camiye, namazını o camiye emanet eden, o camiyi yaptıran, o camiyi yaşatan, o camiye sürekli teberruda yardımda bulunan, o imamlar müftülerinin seçiminde rol sahibi olsun, müftüler imamlarının üzerinde bir hegemon gibi baskı yapmasın da. Müftüler de Diyanet İşleri başkanı seçiminde söz sahibi olsun, özerk bir yapı olsun eğer ille de olacaksa. Ama dediğim gibi eğer “Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum kuracağız, ne diyorsunuz?” deseniz ona bambaşka şeyler söylerim, ama var.

Peki, Mustafa Bey gelelim şu sizin cemaatlerle meselenize. “Haşa” dediniz, hemen şey yaptınız. Ben sizi öteden beri biliyorum, bu konudaki tutumunuzu biliyorum, ama çok şey değişti. Ben sizi 30 yıl önceden bildiğimle, siz de değiştiniz, Türkiye değişti, ben de değiştim, ama hâlâ bir perspektif olarak üç aşağı beş yukarı belli bir perspektifi muhafaza ediyorsunuz. Nedir bu İslamî cemaat diye adlandırılan, Sünni dindarlarının bir kısmının dâhil olduğu, gevşek ya da tam dâhil olduğu bu yapılara yönelik eleştiriniz ve hatta bir reddiye galiba sizin ki değil mi? Yanılıyor muyum?

Bir kere şunu söyleyeyim; adına cemaat deyin, tarikat deyin, örgüt deyin, dernek deyin, vakıf deyin… Yani birçok deyin, kulüp deyin vs. İnsan, yaratılış olarak medeni bir varlıktır ve toplum halinde yaşar. İnsanlar, kendileri gibi düşünen, kendileri gibi inanan, kendileri gibi davranan, kendi zevklerine uygun olan insanlarla belli öbekler oluştururlar, bu dünyanın her tarafında böyledir, bundan daha doğal olan bir şey de yoktur. İnsanların öbeklenmelerini, bu öbekler üzerinden birtakım şeyleri paylaşmalarını, birtakım imkânları paylaşmalarına kimsenin diyebileceği bir şey olamaz, bu böyledir. Ama bir yapı, ister buna kulüp deyin, ister buna tarikat deyin –ki bugün özellikle tarikatlar özelinde geçerli bu–, bu yapılar: 1) denetimsizse, 2) büyük miktarda bir sermayeyi kontrol ediyorlarsa, 3) bunlar yönetim üzerinde, hükümetler üzerinde söz sahibi, hatta hatta hükümetleri alttan motive ediyorlar, pazarlık karşılığında destekliyorlar ve bu pazarlıklarda bir şeyler alıp veriyorlar ise, işte o zaman ve 4) bütün bunların üstüne imtiyazlar koparıyorlar ve diğer öbekler, diğer işte kesimler üzerinde imtiyazlı duruma geçiyorlarsa orada artık masumiyet yitirilmiştir. Burada masumiyetin kaybı söz konusudur, işte benim itirazım budur.

Reel durum bu mu şu anda?

Maalesef. Değil mi?

Şimdi bir Fethullahçılık olayını biliyoruz, FETÖ deniyor. Ben ilk başladığımda 80’li yıllarda, biliyorsunuz Fethullahçı denirdi ilk başta ve hatta sizlerin de olduğunuz çevrelerde böyle Amerikan İslamı falan gibi şeyler yapılırdı diye hatırlıyorum 80 ortalarında.

Tabii.

Gözükmüyorlardı, tamamen yeraltındaydılar, daha sonra çıktılar falan, Zaman gazetesi… Şimdi, orada bir paralel devlet olayını 15 Temmuz’da net bir şekilde gördük, o ama çok acayip bir örnek. Şimdi, onunlar bir mücadele sürüyor, tasfiye sürüyor vs. Bana en çok sorulan, bu konuları çalıştığım için en çok sorulan soru şu: Fethullahçıların yerini kim alacak? Bu soru sizce makul bir soru mu?

Çok makul bir soru. Çok makul. Yani ben de soruyorum bu soruyu, bu soru benim de sorum, ama ben böyle sormadım, çünkü adayları biliyorum. Alacak olan çoktan aldı bile. Dolayısıyla çünkü o içeride yapılan savaşın şiddetli etkilerini ben hissediyorum, görüyorum, bildiklerim var. Onun için yani nihayetinde bu mahallenin bir tarafındayız ve mahallenin içinde “kim nedir?” biliyoruz; yani kimin gücü ne kadardır? Kim ne kadar bir parayı yönetiyor? Kim ne kadar bir kitleyi yönetiyor? Kimin kitlesine ne söylersen ne tepki verir? Aslında işte piyasadaki hiç masum gibi duran algı operasyonlarının arkasında üç aşağı beş yukarı kim var? Bunu sizin gibi ben de biliyorum.

Ama biliyorsunuz şöyle bir husus var; ben öteden beri gazeteci olarak, siz tabii içeriden ben dışarıdan, bu tür olaylar söz konusu olduğu zaman özellikle eskiden yani İslamcıların sistemin dışında tutulduğu zamanlarda genelde çok abartı olur. Rakamlar yüz ile çarpılır vs. falan olur; ama reel olarak baktığımız zaman mesela birçok yapıya atfedilenin çok altında bir gücü olduğu, bazı yapıların da –Fethullahçılık böyle sanki– sanılanın da çok üstünde olduğu görülüyor. Şu anda mesela şöyle bir soru var, bence önemli bir soru: Fethullahçıların yapılanması çok devasa yapılanmaymış devletin içerisinde. Bunların boşluğu –yani bir boşluk yarattılar, binlerce kişi işten atıldı, tutuklandı, kaçtı vs. – bunların boşluğunu doldurabilecek kıvamda ya da yeterlikte bir cemaat ya da birkaç cemaat var mı? Yoksa kısmen mi doldurabilirler?

Aslında Fethullahçılar dediğin yapının arka planı, hazırlığı ve yöntemi çok sofistike, çok kurumsal, çok da “iyi kurgulanmış” bir yöntem. Ve bunun arkasında hayli geniş bir ağ yatıyor, network var. Yani bu ağın bir parçası da yöneticiler oldu bir zamanlar; yani bunu da itiraf ettiler, “Ne istediler de vermedik” dedi Sayın Cumhurbaşkanı. Yani bu bir itiraftı aslında efendim, ama onların boşalttığı yeri bu anlamda doldurmak için hazırlıklı olan herhangi bir tarikat ve grup yok. Zaten şu anda asıl korkulan da bu olmalı. Niye? Hazırlıklı olmadığı halde doldurmaya kalkınca iki kere tahrip yapıyor. Yani tahribat daha büyük oluyor; ama o boşluğu görüp, o boşluğun verdiği iştahla, o boşlukta şimdi bir güç var, orada bir güç üretiliyor, orada bir iktidar alanı üretiliyor, orada bir ekonomi üretiliyor hem de ciddi bir ekonomi üretiliyor, denetim dışı üstelik bu ekonomi efendim kayıt-dışı. Ve bu kayıt-dışı güç, kayıt-dışı ekonomi, kayıt-dışı iktidar, kayıt-dışı dinle destekleniyor. Benim ilgilendiğim alan burada o kayıt-dışı din. Ben, kayıt-dışı dine yani yeraltı dinine efendim, illegal dine yönelttiğim eleştiriler aslında onlar tarafından dinî imiş gibi, sanki dine karşı bir eleştiriymiş gibi, işte mesela sünneti savunuyorlarmış gibi yapıyorlar. Aslında onlar benim eleştirdiğim noktayla ilgilenmiyorlar; benim eleştirdiğim nokta, onların kayıt-dışı ekonomisini, kayıt-dışı iktidarını, kayıt-dışı güçlerini düşürecek. Asıl ilgilendikleri nokta orası ve onlar bunu söylemiyorlar, “Ya bu bizim kayıt-dışı ekonomimize ket vuracak, bizim kayıt-dışı iktidarımıza ket vuracak, illegal gücümüze ket vuracak” demiyorlar ki öyle olacak. Benim eleştirdiğim zira bütün bunların hepsi o kayıt-dışı üretilmiş, benim “uydurulmuş din” dediğim; yani Kur’an’ı taşlıyorlar, Kur’an’ın üstüne attığı taşların üstüne hadis yazıyorlar, Kur’an’ın üzerine attığı taşların üzerine efendim tasavvuf yazıyorlar, Kur’an’ın üzerine attığı taşların üzerine tarikat yazıyorlar, Kur’an’a attıkları taşların üzerine sünnet yazıyorlar. Ben bunu eleştiriyorum, bu taşlarla Kur’an’ı taşlıyorsunuz üstüne hadis yazıyorsunuz, üstüne sünnet yazıyorsunuz.

Peki, bir başka olaya geçmek istiyorum.

Özür diliyorum, burada toparlayayım. Benim asıl eleştirdiğim noktaya onların aldırdıkları falan yok, onu görüyorum işin özünde. Onların derdi, o kayıt-dışı gücü, kayıt-dışı o iktidarı, kayıt-dışı ekonomiyi kurtarmak. Çünkü orada çok büyük bir pasta var.

Mustafa Bey, bir başka olgu –ki siz bu konuya değişik vesilelerle değindiğinizi biliyorum–; bence yeterince Türkiye’de ve İslam dünyasında, ama Türkiye’de özellikle ele alınmayan bir konu. Bu yeni tabiriyle Selefî-Cihadcılık denen, ya da IŞİD ve El Kaide gibi yapılar. Şimdi şöyle bir gözlemim var benim ne dersiniz?

Şu anda IŞİD’in ölüm tehdidi listesinde olduğumu da biliyorsunuz sanırım.

Bilmiyorum.

Sanırım.

Ben o zaman ciddiye almanızı öneririm; çünkü çok ciddi bir olgu. Şöyle bir benim gözlemim var, düşünce ve gözlem karışık: Şimdi Türkiye’yi 15 yıldır İslamî iddialı bir siyasî hareket yönetiyor ve İslamî iddialı gruplar vs. arzuladıklarının belki de çok ötesinde hızlı bir şekilde birtakım imkânlara kavuştular ve bu arada da Hükümet’le Fethullahçılık arasında çok ciddi bir savaş yaşandı, hâlâ sürüyor. Bütün bu arada yaşananlar, Türkiye’nin geldiği nokta vs. de özellikle dindar ailelerin çocuklarında bir savrulma var. Bir tarafta dinden uzaklaşma şeklinde olduğunu söyleyen çok yazı görüyorum, okuyorum; bu konuda hakkaniyetli birtakım yazarlardan, özellikle kadınlar yazıyor bunu, siz de fark ediyorsunuzdur. Bir taraftan da bence şeye doğru savrulma var; oran verebilecek durumda değilim, ama yani hem kendini İslam içerisinde hissedip ama ailelerinin ebeveynlerinin uygulamalarını İslam’a uygun görmeyen birtakım gençlerde, yeni kuşaklarda da o Selefî-Cihadcılık, ya da siz hangi tabiri kullanıyorsunuz bilmiyorum ama, IŞİD’vâri düşüncelere doğru bir evrilme olduğunu düşünüyorum. Genellikle bu yapıları yoksullara alt sınıflara atfederler, yani “işsiz güçsüz Suriye’ye aynı zamanda maaş verdiği için gidiyor” vs. denir, ama bunun ötesinde bir şey olduğunu düşünüyorum. Katılır mısınız? Ya da ne derseniz benim bu yaklaşımıma? Sizin gözleminiz ne? Bu olay ciddi bir olay mı Türkiye’de?

Evet, ciddi. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada ciddi bir olay. Zaten alıcısı olmasaydı eğer bu mal pazarlanmazdı. Yani sadece Selefî-Cihadcılık yok, Sufî-Cihadcılık da olduğunu söyleyeyim. Efendim, hatta bu ülkede özellikle gelecekte IŞİD’in yerini dolduracaklar Sufî-Cihadcılar içinden çıkacaklar, bunu da parantez arasında ifade etmiş olayım. Bu anlamda nereden kaynaklandı, nereden doğdu? Tabii sosyal bir olayı değerlendirirken tek bir sebep irca edilmez, bu yanlış olur. Değerlendirme yanlış olur. Yani bunun arka planında tepkisellik var, bu tepkisellikte Batı’nın payı var. İşte özellikle enerji koridorunda yapılan Afganistan, Irak vs. coğrafya üzerinde yapılan operasyonların payı var. Yani bu dışarının payı; ama maalesef Müslümanların şöyle bir zaafı var: “Ben yapmadım, o yaptı” diye tüm suçu başkalarının üzerine atarak değişimin önüne geçmek. Yani değişmemekte direnmenin mazereti olarak dışarıyı göstermek. Bu aslında bir tür topu taca atmaktır ve bir tür kaçak güreşmektir, bir tür günahını savunmaktır.

Günahını savunmak!

Günahını savunmak! Burada aslında bize düşen bu değil; Uhud yenilgisinin arkasından inen Âli Îmrân Sûresi’nde bir âyet var; yenilginin muhatapları olan Peygamber ve arkadaşları “Bu başımıza nereden geldi” diyorlar da, “Bu başınıza kendi yaptıklarınız yüzünden geldi.” Aynen ben bu âyeti bugün bizim için de alıyorum.

Nedir sorun?

Bizim yüzümüzden geldi.

Nedir mesela? En öne çıkan hususlar nedir?

Bir dini kaynağından koparttık ve din insanlığa huzur getiren bir kurum olması lazım gelirken, dinin temeli merhamet, adalet, liyakat, hakkaniyet, meşveret ve ehliyet olması gerekirken dindarlığın ölçüsü güç oldu, güç. Allah, inandığımız Allah, “kartvizitinde” –mecazen söylüyorum–, rahman rahim yazarken, yani merhameti sınırsız, rahmeti sınırsız bir Tanrı iken, Allah iken, biz onları sildik üzerine güç ve kudret yazdık.

Bir de intikamcı.

Eyvallah. Zaten güç dediğiniz zaman siz güce iman edip adını Allah koyduğunuz zaman, o Allah olmuyor, aslında iman ettiğiniz şey güç olmuş oluyor ve gücü ele geçirmek için her şeyi mubah yapıyorsunuz.

Şimdi şöyle bir şey sormak istiyorum: Arap Baharı diye bir olay yaşadık; ben mesela darbeden sonra Mısır’a gittim, Tahrir Meydanı, pardon, Rabia Meydanı’nda 10 gün falan izledim. Tam o büyük bastırmadan önce oradaydım. Şunu gördüm, çok çarpıcıydı: Müslüman Kardeşler orada direniyordu, ama ilginç bir şekilde kendilerinden olmayan kimse gelmiyordu meydana. Hâlbuki Mübarek’i hep birlikte devirmişlerdi –o tartışmalı, kim ne kadardı falan bırakalım– sonra ordu Mursi’yi devirdikten sonra yapılan direniş de beni çok çarpmıştı; kimse yoktu, özel olarak soruyorduk, yani dışarıdan, çünkü gazeteci olarak röportaj yapacaksınız, hani filan gruptan, “Ben aslında Mursi’ye oy vermedim ama buradayım” diyen kimseyi bulamadık. Aradık da bulamadık, yani şey değil. Bu Arap Baharı vs. ve Türkiye’de yaşanan deneyimler, Suriye’de yaşananlar, İslamî hareketlere –İhvan olsun ya da başka yasal, yarı yasal hareketlere– atfedilen bir şey vardı, böyle mistik bir şey vardı sanki, biliyorsunuz. Bunlara izin verilmiyor, ama bunlar bir şey olsalar, toplumsal hareketler önleri açılsa bu ülkeler hızla ilerleyecek. Şimdi, Mısır’daki mesele, tabii ki darbenin hiç savunulacak bir yanı yok, ama orada Mısır’da ya da Suriye’de muhalefet, İslamcı muhalefet vs. Türkiye’de yaşananlar… Bütün bunlar bir anlamda “siyasal İslamcılık” denen şeyin yarattığı büyük bir –değişik tabirler kullanılabilir– hayal kırıklığı, iflas..

Travma.

Evet.

Ben bir anımı anlatayım madem Mısır’dan bahsettiniz; Tahrir Meydan’dan bahsettiniz, malumunuz benim dört-beş yılım Mısır’da geçti. Mısır’ı iyi bilirim, Mısır’da dostlarım vardı. 2008-2009 yılında İsrail’in Gazze’yi bombaladığı günlerde biz Gazze’ye yardım için Mısır’a geçtik, Mısır’dan Refah’a geçtik, Gazze’ye geçtik. İşte o vesileyle Mısır’da Kahire’ye gittiğimde İhvan’ın genel merkezine uğradım. İhvan’ın genel merkezinde o zamanki İhvan’ın mürşidi, genel başkanıyla oturdum, konuştum. Yani kendisi de bunu arzu etti ve o zaman henüz daha önleri açık, siyasete ısınıyorlar yani öyle bir heyecanlılar ki Mısır’ı tamam…

Alıp götürecekler.

90 yıllık bekleyiş sona erdi, hava bu yani. İhvan’ın kuruluşunu işte 1928 olarak görürsek, 80-90 yıllık hasret bitecek öyle bir güce açlık, iktidara açlık, yönetmeye açlık, onu görüyorum; çünkü daha önce de görmüşlüğüm var, daha önce efendim teşrik-i mesaim oldu. Orada mürşidi genel başkanına bir şey söyledim, dedim ki: “Devlet yönetmek farklı bir şey. Yani teşkilat yönetmeye, dernek yönetmeye benzemez. İhvan çok güçlü bir yapı. Mısır’ın tabiri caizse hücrelerine sinmiştir. Gerçekten de, sivil toplum olarak İhvan her yerde vardır. Yani Sisi, darbeci Sisi İhvanı bitirdi mi? Asla. Öyle bir şey olamaz, yani onu söyleyeyim. Ta damarlarına girmiştir. Çünkü toplumun içindeler. Yani mühendisler mühendislik sendikaları içerisindeler, doktorlar öyle, efendim eczacılar öyle… her yerde örgütlenmişlerdir. Mısır’da sivil toplum deyince İhvan akla gelir. Tabii bir miktar solcular var, sosyalistler var ve bir miktar da liberaller var vs. Dedim ki: “Bakın, çok büyük yanlış yaparsınız. Gelin iktidara doğrudan kendi adamınızı getirmeyin. Bir geçiş dönemi planlayın ve eğer gerekiyorsa Baradey — o zamanlar Baradey’in ismi de konuşuluyordu.

Evet, biliyorum.

“Muhammed Baradey’i bir geçiş dönemi olarak getirin.” O bunu reddetti. Merhum oldu o zat, vefat etti. Reddetti. Ben o gün bu söylediğim şeyin ki bugün ısrarcıyım yapılsaydı diye düşünüyorum sanki farklı gelişirdi. Süreç ve olayı.

İktidarı paylaşmaya yanaşmadılar değil mi?

Yani bu esasen bir parça belki haklı görülecek nedenler var. Bunun haklılık nedenleri de duygusaldır.

Ama mesela Tunus’ta Gannuşi paylaştı.

Ama işte Gannuşi’nin başarısı burada. Biz Gannuşi ile bunu konuştuk, geçen beraberdik bir programımda. O da konuşuyormuş orada bir otelde, buyur ettik. Bir parça konuştu ondan sonra da baş başa konuştuk. Yani Gannuşi’ye bunu söyledim; ne kadar doğru yaptıklarını ve Tunus’taki bu kansız, büyük kan akmadan halkın birbiriyle çatışmasına meydan vermeden, kutuplaştırmadan yumuşak bir geçişti. Aslında iktidarı paylaşarak, gücü paylaşarak bu böyle olur; yani sizin şikâyetiniz bu değil miydi? Siz aslında yerine geçmeye çalıştığınız o insanlara bunu yöneltmiyor muydunuz? Bu eleştiriyi yöneltmiyor muydunuz? Siz paylaşın. Paylaşın ve nasıl paylaşılacağını gösterin.

Peki Türkiye ile bitirelim, yavaş yavaş toplayalım. Türkiye’ye İslamî hareket ya da İslamî düşünce –ne dersek adına, bazen hareketlilik daha kolaylaştırıyor– nasıl bir kriz yaşıyor? Bence siz de galiba çok eleştirel bakıyorsunuz. Bunu kriz olarak tanımlıyor musunuz bilmiyorum ama, buradan çıkabilir mi? Yoksa bu böyle bir dönüşü olmayan bir gidişat mı?

Bu bir kriz. Bu kriz sanıyorum ki kendisinden önce gördüğümüz her şeyi değiştirecek. Bu kriz işin yöntemine, üslûbuna yönelik bir kriz değil. Bu kriz işin temeline yönelik kriz.

İçerik yani?

İçerik ile ilgili kriz. Dolayısıyla biraz önceki sorduğunuz soruda aslında işte bu noktada İslamî eğitimi olan ailelerin çocuklarının deizme, agnostisizme, ateizme, efendim nihilizme kaymaları… bu çok ciddi bir şeydir, olaydır ve bunu zannettiğinizden daha yüksek gözlemliyorum onu söyleyeyim. Bu bir vakadır, efendim yani ben farklı değerlendiriyorum bunu. Hatta bunu bir, yani kültürel dinden, uydurulmuş dinden indirilmiş dine bir geçiş olarak da değerlendiriyorum. Çünkü geleneğin ürettiği bir din algısı var. Geleneğin ürettiği bu dindarlık algısının bugünün insanına, bugünün dünyasına söyleyeceği hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi. Geleneğin ürettiği dindarlık biriktirilmiş hurafeler ve biriktirilmiş yalanlar üzerine yükseliyor. Tarih algısı biriktirilmiş yalanlar üzerinde, din algısı da biriktirilmiş hurafeler üzerine. Maalesef.

Burada şöyle bir şey gözlüyorum; siz benden daha fazla gözlüyor olabilirsiniz. Bu tür din adına yaşanan, İslamcılık adına yaşananlardan rahatsızlık duyan birtakım şahsiyetler, özellikle entelektüel yönü güçlü kişiler daha böyle kendilerinden olmayan –geçmiş anlamında ve duruş anlamında– çevrelere daha fazla yakınlaşmaya başlıyorlar sanki. Mesela adını şimdi hatırlamıyorum. Hiç duymadığım birisi sürekli tweet’lerini görüyorum, sürekli deistlere, ateistlere vs. hitap ediyor. Hitap ediyor derken sempatik bir şekilde, empatinin de ötesinde kendini Müslüman olarak tanımlayan ama o kişilerle daha fazla iletişim içerisinde olan. Çünkü kendi mahallesi ya da neyse çevresine karşı çok büyük hayal kırıklığı yaşayan çok böyle tekil tekil belki, ama bir baktığımız zaman bayağı bir kalabalık oluşuyor sanki. İhsan bana onu söyledi geçen telefonda, onca yıllık Kayserili, 28 Şubat’ta Kayseri’de başına gelmedik kalmamış, onu Kitap Fuarı’na sokmuyorlar, onun yanına gidenler de işte dinle falan çok da fazla alâkası olmayan, ama onun orada var olmasını savunan partilerden şuradan buradan insanlar sahip çıkıyor. Böyle bir garip bir durum oluşuyor sanki.

Ben kendimden söyleyeyim Ruşen Bey. Yanılıyorsam Allah beni affetsin, ahlâksız bir Müslümandansa ahlâklı bir ateisti daha çok seviyorum.

Burada bitirelim. Evet, iyi bir final oldu Mustafa İslamoğlu’yla bayağı bir konuştuk değil mi? Razı mısınız?

Söz bitmez. Nihayet.

Evet, söz bitmez tabii. Biz de buradayız arada tekrarlarız olmazsa.

Olur.

Evet Mustafa Bey’e çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Kaynak: http://medyascope.tv/2017/10/27/mustafa-islamoglu-ile-turkiyede-islami-dusunce-uzerine-soylesi/

 

Yorum Yaz