Rüyam, rüyamız; rüyanız…

 Haber vermek yerine ihbar eden ‘hürriyet’ katili gazeteler, muhabirlik yerine muhbirlik yapan ve köşe yazılarını elindeki makasla ‘bir kuşa çevirerek’ taammüden cinayet işleyen ‘gazeteciler’ anlayamaz bizim rüyamızı.

Haber vermek yerine ihbar eden ‘hürriyet’ katili gazeteler, muhabirlik yerine muhbirlik yapan ve köşe yazılarını elindeki makasla ‘bir kuşa çevirerek’ taammüden cinayet işleyen ‘gazeteciler’ anlayamaz bizim rüyamızı.

Ellerinden gelse, rüyalarımızı gıyabında idama mahkum ettirip, ipini de kendi elleriyle çekecekler. Düşlerimize ipotek koyup, hayallerimize bile kod adı “bilmem ne” olan ajan-gazetecileriyle sokulacaklar.

Fakat bu mümkün mü? Bu ülkenin insanı, onlara rağmen en zor zamanlarda rüya görmeyi sürdürdü. Rüyasını İlahi vahyin zihin aynasına yansıyan ‘şavkı’ bildi. Onun için gördüğü her düşü hayra yordu.

Rüyalarımız, katı ve soğuk ‘gerçeklere’ karşı, ebedi hakikate açılan latif koridorlardır. Bizi, taş gibi katı gerçeğin iç karartan ve yürek katılaştıran cismani ikliminden alıp ışın gibi nüfuz edici hakikatin ruhani ve nurani/latif iklimine götürürler. Bu anlamda insanı koruyup kollayan bir yanı olduğu gibi, daha önemlisi insanı motive eden, onu dik tutan ve esas duruşunu bozdurmayan bir yanı da vardır.

Fethi anlayamayan kafa, işte bu kafadır. Çünkü fetih, 850 yıl sürmüş uzun bir rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi. Bu da gösteriyor ki; imanın ulaştığı gerçeği anlamakla mü’minin gördüğü düşü anlamak birbirine bağlı şeylerdir.

Bir düşü gerçekleştirmek için 850 yıl beklenir mi? Tam sekiz buçuk asır o düşte ısrar edilir mi?

Bu soru can alıcı bir sorudur ve cevabı “Eğer düşünüz his ve heyecana değil de bilgi ve imana dayanıyorsa, evet”tir. Çünkü imanın ömrü, insanın ömrüyle, dahası nesillerin, devletlerin, ulusların, ırkların ömrüyle sınırlı değildir. Bunlar doğar, yaşar ve ömrü dolunca da ölürler. Ölümsüz değerler, Ölümsüz Olan’a dayanan değerlerdir ve onlar varlığını mensuplarına, taraftarlarına, taraftarlarının kurduğu iktidarlara, kurumlara, kuruluşlara borçlu değildirler. İlk insandan son insana kadar, bir tebessüm, bir göz yaşı, bir yürek sızısı, bir sevda kadar kalıcıdırlar.

Bunu böyle bilmeyen, İbrahim’in mücadelesini “Donkişotluk” olarak algılar, Yusuf’un rüyasını “halüsinasyon” zanneder, Musa’nın asasını “çoban değneği” olarak görür. Bu tür Muhammed’i (en iyi dileklerimiz ve desteğimiz onlarladır) nasıl anlasın? Biri putperestlerin Şi’b-i Ebi Talip boykotu, diğeri iman mücadelesinin ölüm-kalım günü olan Hendek Savaşı’nda olmak üzere, iki kez inananlarına şu mealde müjde vermişti Peygamber: “Bizans ve Pers saraylarını ayaklarınızın altında görüyorum!”

Nasıl olur, nasıl olabilir? Tarihe bakın, göreceksiniz.

Ünlü tarihçi İbnu’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih adlı büyük eserinde bizzat şahit olduğu Moğol istilasını şöyle anlatır:

“İslam’ın ve Müslümanlar’ın üzerine kıyametin koptuğunu söylemek kolay mı? Ah! N’olaydı, keşke anam beni doğurmamış olaydı: ya da, keşke bütün bu felaketlere şahit olmadan önce ölüp gitseydim. Eğer size bir gün, Allah’ın Adem’i yarattığı günden beri dünyanın böylesine bir afet görmediği söylenirse, buna hiç kuşku duymadan inanın, çünkü hakikat kesinlikle budur. Tarihin en korkunç felaketleri arasında, İsrailoğulları’nın Nabukadnazar tarafından katli ve Kudüs’ün yerle bir edilmesi genellikle bir numara gösterilir. Fakat bu olay, şu yaşanılanlar yanında hiç kalır. Hayır, kıyamete kadar herhalde böylesine büyük bir felaket bir daha görülmeyecektir.”

İbnu’l-Esir’in, şahit olduğu olaylar karşısında düştüğü bu dehşet boşuna değildir. Cengiz’in orduları çekirge sürüleri gibi önlerine çıkan herşeyi; insanları, kadınları, çocukları, hayvanları, mamur kentleri, mimari eserleri, kütüphaneleri yakıp, yıkıp, yok ederek ilerliyorlardı. Mesela, Erzurum’u kuşatan Baycu Noyan süt çocuklarına varana dek tüm erkekleri kılıçtan geçirmiş, Bağdat’ın dünyaca ünlü kütüphanesi ateşe verilmişti.

İşte bu vahşi sürüler, işgal için geldikleri İslam tarafından teslim alınmışlar, kısa zamanda Müslüman olmuşlardı. Timur, bu ataların torunuydu. Babür Hint-Moğol Devleti’nin kurucusu Babürşah da, Timur’un torunu olur. Taç Mahal gibi bir şaheseri insanlığa kazandıran Müslüman Babürlüler’le, Bağdat Kütüphanesi’ni yakan ataları arasındaki fark, işte ‘fetih’ farkıdır; İslam’ın, fethettiği yürekleri ne hale getirdiğinin farkı.

Dahası var: Alemgir, Babür’ün torunlarından, 50 yıllık hükümdarlığı adalet, imar ve ilim faaliyetleriyle dolu dolu geçmiş biri. 30 yaşında tahta geçiyor, okyanustan Basra Körfezi’ne kadar birleştirdiği ülkede muhteşem bir ilim ve imar faaliyetine girişiyor. Hükümdar olduktan sonra Kur’an’ı hıfzediyor. Aynı zamanda çağının en ünlü alimi. Şu Feteva-yı Hindiyye diye bildiğiniz ansiklopedi çapındaki o ühlü hukuk/fıkıh kitabı var ya, işte onun asıl adı Feteva-yı Alemgiriyye. Sadece hamisi değil, aynı zamanda o fetvalara ilmiyle katkıda bulunmuş biri Sultan Alemgir.

Neden mi anlattım bu şaşırtıcı hikayeyi?

Başta Mehmet Şeker’e, sonra tüm okurlarıma rüyamı yormada kolaylık olsun diye.

Sizi bilmem ama, ben rüya görmeye devam edeceğim.

( 2 Haziran 2000 )

 

 

Yorum Yaz