Şahbaba’nın kemikleri sızlamaz mı?

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. Yıldönümü, bu dönemde yapılan tarih araştırmalarını daha bir anlamlı kılıyor.

Söz konusu tarih araştırmaları, yakın tarihle ilgiliyse, bu alan “anlamlı” olmanın yanında bir de “netameli” hale geliyor. Netameli oluşu, mevcut resmi tavırdan kaynaklanıyor.

Öncelikle, yakın tarihle ilgili tarihi belgelerin birçoğu kelimenin tam anlamıyla sırra kadem basmış; bulabilene aşkolsun. Bu gerçeğe, kitabını okuyunca kendimi faka düşürülmüş hissettiğim Şahbaba yazarı Murat Bardakçı da dikkat çekmiş:

“Milyonlarca evrakın yer aldığı Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bugün Sultan Vahdeddin’le ilgili işe yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor.

Var olanlar sadece nişan tevcihi, cülus yıldönümü kutlaması yahut doğum günü tebriki gibisinden beşinci, onuncu derecedeki protokol yazışmaları? İşin vahim tarafı, arşivlerde bulunması gereken siyasi belgelerin şimdi nerede olduğunu kimselerin bilmemesi? Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilinmezlik karşısında söylenecek birkaç kelime var: Ayıp, yazık ve günah!”

Bu “ayıp, yazık ve günah” yeni değil; on yıllardır kimsenin “dur” demeye cesaret edemediği bir tarih ve arşiv katliamı sürüp gidiyor. Başka ülkelerde “tasnif”, araştırmayı kolaylaştırmak için yapılan ilmi bir sınıflandırmayı ifade ederken, Türkiye’de “tasnif”, tam anlamıyla “resmi tarihe aykırı ve sakıncalı belgeleri ayıklama işlemi” anlamına geliyor. Bu nedenle de, bugün dahi, kimi 50 yıllık, kimi 75 yıllık belgelere ulaşmak istediğinizde önünüze çıkarılan engel “tasnif dışı” engelidir.

Bu engel herkese mi çıkarılmakta? İşte bu soruya verilecek cevap “ayıp, yazık ve günah”ı katmerli hâle getiriyor. Çünkü bizzat başımdan geçti bu hadise: Yıllar önce Şeyh Said İsyanı adlı eseri kaleme alırken, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi arşivi üzerinde inceleme yapma talebim geri çevriliyor ve İ.M. zabıtlarının sadece Ankara’dan özel izinli olanlara açıldığı, hem de en yetkili ağız tarafından ifade ediliyordu. Anlayacağınız, birçoğu resmi tarih tezini temelden yıkacağı endişesiyle imha edilen arşivlerden geriye kalan “hassas” belgeler de, ancak sistem tarafından “öz evlat” muamelesi görüp “akredite” olanlara açılıyordu. Örneğin Ergun Aybars; tez hocasının referansı ve “iyi hal notu” olmasaydı, İstiklal Mahkemesi zabıtlarına sittin sene ulaşabilir miydi sanıyorsunuz?

Asıl aklıma takılan soru şu: Murat Bardakçı’nın alıntıladığımız satırlarında dile getirdiği gibi eğer söz konusu “ayıp, yazık ve günah” işlenmeyip, ilgili belgeler arşivde olduğu gibi dursaydı, Sayın Bardakçı ona ulaşabilir miydi? Şahbaba’da şu satırları okuduktan sonra, onun, sakıncasız olmayı anasının ak sütü gibi hak ettiğini söyleyebilirim:

“Şahbaba’da 1918’le 1922 arasındaki dağdağalı günlere derinlemesine girmekten ve o günlerin olaylarını ayrıntılarıyla yazmaktan özellikle kaçındım?”

İşte, bu noktada Kulis yazarı Taha Kıvanç’ın şu sözlerini biraz tereddütle karşıladım: “Şahbaba’nın yazarı Hürriyet gazetesinde çalışıyor olmasaydı, ya da gazetesi kitabı manşetine taşıyarak sahip çıkmasaydı, bu kitap yazarının başına çok iş açardı.”

Tereddütle karşıladım, çünkü Şahbaba’nın yazarı, bence kitabın en orijinal bölümü olan Sultan Vahdettin’in hatıralarını, kelimenin tam anlamıyla “sansürleyerek” sakıncasız hale getirmiş. Demek ki, Taha Kıvanç’ın dediği gibi Hürriyet’te çalışmak ve “sakıncasız” biri olmak dahi, kimi durumlarda yeterli olmuyor.

Üşenmedim, saydım: 11 sayfalık hatıra metninde tam 11 yerde sansür uygulanmış ve şu tür notlar düşülmüş:

“Buradaki bazı ifadeler metinden çıkartılmıştır” ya da “Burada yer alan bazı ifadeler ve cümleler metinden çıkartılmıştır.” (s.417-426)

Yazarın, bu “oto sansürü” hangi dürtülerle uyguladığını anlamıyor değilim; fakat yine de, bu tavrı centilmenliğe yakıştıramadım. Bu tavrın, Şahbaba’nın kemiklerini sızlatması bir yana; bir aydının düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen yasaklar karşısında takınması gerekli tavırla da çeliştiği kanısındayım.

“Şahbaba için saydığım milyonlara acımadım” desem, yalan olur.

( 10 Şubat 1999 )

 

Yorum Yaz