Sancınız kutlu olsun Sevgili Başkan!

Kişinin ameli bilgisini aşamaz, demiştik; bu doğru. En az bu kadar doğru olan bir başka şey de şudur: Kişinin bilgisi bilincini/şuurunu aşamaz.

Bilgi veri tabanıdır, yani “datum”; bilinç ise, o bilginin atfedildiği hakikati keşfederek, “ilm”in “alametine” dönüştürme işidir. Şuur bilgiden beslendiği kadar inançtan da beslenir; fakat aynı zamanda inancı da besler.

Şuur, tefekkürün çocuğudur. Tefekkürle aynı anlam alanı içerisinde bulunan tezekkür, tedebbür, taakkul ve tefakkuh, Kur’an’da, hep birbiriyle içli-dışlı, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kavramlar olarak kullanılır. Buna göre tezekkür, insanın geriye dönük düşüncesidir; özeleştiri ve tevbe “tezekkür”ün eseridir. Tedebbür, insanın istikbale matuf düşünme ameliyesidir; “tedbir” bu ameliye sonucunda “şimdi ve burada”ya taşınır. Taakkul, geçmişle gelecek arasında yatayına, işkinle aşkın arasında dikeyine; illetle gâye arasında derinliğine bağ kurma işidir. Tefekkür bütün bunların hepsi, “tefakkuh” ise, tefekkür sonucunda elde edilen verinin hayattaki karşılığını bulma işidir.

İnsan, böylesine verimli bir düşünce ortamını her zaman, her yerde bulamayabilir. İnsanın tamamen dışa dönük olarak yaşadığı zamanlar, tefekkür açısından en fukara olduğu zamanlardır. En zengin düşünce tecrübeleri, kişinin kendisiyle baş başa kaldığı, buluşup, bilişip, barışıp, tanıştığı durumlarda elde edilir.

Bu da, ıstırapsız olmaz. Kaç rafine insan tanıdımsa, hepsi de mustariptiler, sancılıydılar. Halleriyle âdeta “Bir âh ile bu âlemi vîran ederim ben” der gibiydiler; “geceler tâ subholunca inletir bu dert beni”yi terennüm ediyorlardı.

Kimi demler olur, bıçak gibi demler; olanca genişliğine rağmen yeryüzünün dar geldiği, yüreğinizin göğüs kafesinde bir kuş gibi çırpındığı, acının göğsünüzden bir buhar gibi yükseldiğini gördüğünüz demler.

İşte o demler, insanın tüm duyargalarının sonuna kadar açık olduğu, göklerle ülfetinin kavi olduğu demlerdir. Yürek bir davul derisi gibi gerilmiş, ötelerden gelen en ufak titreşimi algılar hâle gelmiştir.

Hastalar ve mahkumlar, o demleri; diğer insanlara göre daha sık yakalama şansına sahiptirler. Çünkü acı bilinci açar, ruhu inceltir, benliği kristalleştirir.

Anlamlı bir hayatın acıları, sancıları da anlamlıdır, anlamsız bir hayatınsa sevinçleri dahi anlamsızdır. Hayatın anlamını keşfedenler, dertlerini sevmişlerdir; çünkü gürbüz çocukların, ağır sancıların ardından yettiğini bilmişlerdir.

Fuzulî’ye şu dizeleri söyleten işte bu bilinçtir.

“Aşk derdiyle hoşem elcek ilacından tabib

Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır…”

Ya da Seyrani’ye şunları:

“Ey tabib elden gelirse yâremi gel emleme

Yâr elinden gelmedir bu yâreyî merhemleme…”

Ben yine de, bu yazıya Seyyid Nizamoğlu’nun dizeleriyle son vermek istiyorum:

“Ben dertliyem derdim vardır

Yüzbin dermana vermezem

Gece gündüz âh u zârım

Kevn u mekana vermezem”

Sancınız kutlu olsun Sevgili Başkan!

( 2 Nisan 1999 )

 

Yorum Yaz