Şeriat elbette yaşasın, fakat nasıl?

Tevhid, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan “İslam’ın tüm ilkelerinin kendisinden neş’et ettiği temel değerdir.

Tevhid, epistemik anlamda hakikatin kaynağının tek olduğunu, kozmik anlamda var olan hiçbir şeyin bu kaynaktan bağımsız düşünülemeyeceğini, sosyolojik anlamda insanların birbirleriyle ontolojik eşitliğini (vahdet) ve dolayısıyla kula ve eşyaya kulluğun, sömürünün, zulmün dışlandığını (adalet) ifade eder.

Tevhid’in, bütün unsurlarıyla gerçekleşmesi, insanın Allah’ın iradesi karşısında gösterdiği tavra bağlıdır. İslam, Kur’anî anlamda, insanın Allah’a karşı duruşunu ifade eder; yani, insanın, varoluşunu Allah’tan bağımsız anlamlandıramayacağını ve anlayamayacağını fark ederek, hayat tasavvurunun merkezine Allah’ı yerleştirmesidir.

Bu da, insanın, gönüllü olarak tüm yaşamı boyunca eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmesi, sorumsuz davranmaması anlamına gelir.

Allah, “yaratma”yı kendisine meslek edinen (Hallâk), her an görev başında bir yaratıcı olarak (kulle yavmin huve fi-şe’n) aktiftir ve zamana, olaylara ve eşyaya müdahildir. İnsanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberler ve onların taşıdığı vahiy, işte bu ilahi müdahalenin eseridir. Allah’ın tarihe müdahalelerinin hiç biri, zamandan, olaylardan ve olgudan bağımsız gerçekleşmemiştir. Aslında, bu müdahalelerin gerekçesi dahi, bizzat o zamanda ve mekanda yaşayanlar ve yaşananlardır.

Şu durumda, Allah’ın hayata müdahalesinin iki boyutu inkar edilemez biçimde ortaya çıkıyor:

  1. Tüm ilahi müdahalelerde hiç değişmeyen ve hep aynı kalan temel nedenler, amaçlar ve ilkelerdir; ki, “Bugün size dininizi tamamladım”(5:3) ayeti bunu ifade ediyor. Bu ayetten sonra da “Şer’î hüküm” bildiren ayetler (Kelale ayeti gibi) inmeye devam ettiğine göre, bu ayette tamamlandığı ifade edilen “ilkeler”dir.
  2. Bu sabit ilkelerin farklı zaman ve zeminlere uygun ve uyarlanmış olarak “teklif edilen” özel yol, pratik uygulamalar ve yöntemlerdir. İşte Kur’an’daki “Sizden her nebi için bir şeriat açıkladık” (5:48) ibaresi bu anlamı ifade ediyor.

Şeriatın etimolojik anlamı, “canlıları suyun kaynağına götüren işlek ve geniş yol” olduğuna göre, “şimdi ve burada” yaşayan insanları, yaşadıkları çağdan suyun kaynağına götüren yol nasıl bulunmalı? Çünkü dünkü yol, dün yaşayan insanların kendi yaşadıkları zaman ve zeminden, yani onların “şimdi ve burada’sından kaynağa giden yoldu. Bu gün o gün olmadığına göre, ne yapmalı?

Farklı bir ifadeyle: İlahi kelamın lafzı “suyun” karşılığıdır. O lafızların ahlaki hedefleri ise o suyun “kaynağıdır”. O kaynağa giden “yol” ise, tabiatıyla “sudan” daha fazla, “suyun kaynağıyla” yani “ahlaki hedeflerle” ilgili hükümlerdir. Söz konusu “ahlaki hedefler” ise, Allah’ın “ne dediğinden” daha çok “ne demek istediğini” tespitle ilgilidir ve yapılacak en önemli görev budur: Allah’ın ne dediğinden yola çıkarak ne demek istediğini, yani muradını tespit etmek.

Ben, kendi payıma, Fazlur Rahman’ın şu sorusunu önemsiyorum:

“Allah, toplumsal değişmeyi bütün vahiy tarihi boyunca, hatta Kur’an indirilirken bile dikkate alırken, Kur’an’ı tamamlarken bu tutumundan vaz mı geçti? Yoksa toplumsal değişme mi durdu? Zemahşeri’nin dediği gibi tarih boyu toplumsal değişmeye bağlı olarak değişen maslahatları gerçekleştirmek için yeni hükümler koyan Allah, 7. Miladi asırdaki bir toplumun maslahatlarının kıyamete kadar bütün insanlar için değişmeyeceğine mi karar verdi?”

Bugün, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan her ilim sahibi, bu sorunun cevabını aramak durumundadır. Bugün, “düşünsel” bir cihada, bu ümmetin geçmişten çok daha fazla ihtiyacı var. Bilmediğinin düşmanı olan aldatılmış cahil yığınları bir yana bırakacak olursak, “Yaşasın menfaatlerimiz!” diyemedikleri için “Kahrolsun Şeriat!” diye tempo tutanları “insanın mutluluğu” önünde ciddi bir engel olarak görmüyorum; benim asıl endişem, “Yaşasın Şeriat!” diyenlerin, Allah’ın iradesine uygun yeni bir hayatın inşası için gerekli gayret, birikim ve “temsil kabiliyeti”nden yoksun olmalarından kaynaklanıyor.

( 19 Mart 1999 )

 

Yorum Yaz