Şeyh-i Sanân

Türkiye’nin temel problemi iktisadi mi, itikadi mi?

Okuyucu bu sorunun cevabını, iktisadi ögelerle itikadi ögelerin iç içe geçtiği şu öyküyü okuduktan sonra versin.

Öykü, benzeri hemen her hikaye gibi yaşanmış bir olaya dayanıyor. Muhtemelen öykü, fethettikleri bölgelerin Hıristiyan manastırlarını ziyaret eden İslam halifelerinden birine, ziyaret ettiği bir manastırda nakledilmiştir.

Olayı edebi bir dille ölümsüzleştiren metin, Feridüddin-i Attar’ın sembolik eseri Mantîku’t-Tuyr (20. bl.) Kimi araştırmacılar olayın ilk kaynağının ünlü İslam alimi Ebu Hamid Muhammed el-Gazzali’ye ait olduğu sanılan Tuhfetu’l-Mülûk adlı eser olduğunu dile getirir.

Öykünün çeşitli versiyonları olsa da, bunların tümünün tek bir asıldan neş’et ettikleri belli. Yukarıda verdiğimiz ilk kaynaklarda, öykümüzün kahramanı adıyla değil sanıyla anılıyor: Şeyh-i Sanân. Asıl adının Abdülaziz olduğunu söyleyenler de var.

Abdülaziz ya da değil, işbu Şeyh-i Sanân yarım asırdan beri bulunduğu fütuhat topraklarının Hıristiyan olan yerli ahalisini İslam’a davet eden, Müslüman ahaliyi irşad eden bir sûfi şeyhidir. Tam 50 yılını bu işe verir.

Şeyh-i Sanân bir gün, Batıya doğru irşad seferine çıktığında gönlünü bir Hıristiyan dilberine kaptırır. Şeyh efendinin aşkı kara sevdaya dönüşür ve Hıristiyan maşukasına evlilik teklif eder.

Hıristiyan dilberi, göğsüne kadar uzanan ve yüzüne gizemli bir vakar veren sakalı, başında derviş külahı, sırtında şeyh cübbesi, yanında kendilerinden olağanüstü ilgi ve saygı gördüğü müritleriyle her gittiği yerde, yalnız Müslümanların değil Hıristiyan ahalinin de ilgi odağı olan şeyhin kendisine olan tutkusunun farkına varır.

Onun teklifine karşılık “Bir şartım var!” der; “Sakalını keser, sırtındaki kıyafetleri çıkarırsan bu iş olur.”

Şeyh-i Sanân, aklını tutuklayan duygularının esiri olarak Hıristiyan dilberinin bu teklifini kabul eder. Eder etmesine de, onun bu halini görenler sözünü dinlemez, sohbetine gelmez olurlar. Buna karşın Hıristiyan dilberi işi savsaklamaktadır. Sonunda bir şartı daha olduğunu söyler: “İrşad işini tamamen bırakıp bizim beldeye yerleşeceksin!”

Şeyh artık dönülmez bir yola girmiştir. Bu şartı da yerine getirir ve tekkesini müritleriyle birlikte terk ederek Hıristiyan beldesine göç eder. “Haydi artık” der maşukasına, fakat maşukası eski şeyhin yüreğine zincirini taktığını fark etmiştir bir kez. Konukları olan şeyhe şarap ve domuz eti sunarak onu mecbur bırakır: “Bizim yediğimizden yiyip içtiğimizden içmezsen ben seninle nasıl koca bir hayatı birlikte geçiririm?”

Şeyh hayatının ilk içkisini bunun üzerine yudumlar ve domuz etini yer. Fakat verdiği bütün bu tavizler karşısında artık Hıristiyan maşukasını elde etmek için yanıp tutuşmaktayken, kızın ailesi, başlık yerine peşinen domuz sürülerini gütme şartını önüne koyarlar. Şeyh-i Sanân, nâçar bu şarta da evet der.

Bu kez Hıristiyan dilberi, “Madem Müslüman kıyafetini çıkarıp Hıristiyan kıyafetini giydin, Hıristiyan memleketini memleketin edindin, bizim gibi içki içip domuz eti yedin, hatta domuz çobanı bile oldun, bari son şartım olarak dinini de değiştirip benim dinimi benimse de bu düğün hediyen olsun” der.

Müslüman coğrafyasının namı şanı Doğuyu ve Batıyı kaplamış ünlü Şeyh-i Sanân’ı, gele gele sonunda Hıristiyan bir domuz çobanı olup çıkmıştır.

Öyküyü, bu ülkenin III. Ahmet’ten bu güne kadar süren coğrafi adıyla “batılılaşma”, akidevi adıyla “bâtıllaşma” süreciyle olan benzerliğini bir bir ortaya serecek değilim. Bu köşenin okuyucularının, kıssadan hisse çıkaracak akliyyete sahip olduklarına güveniyorum.

Osmanlı Batıya fetih için girmişti. Viyana önlerine istihkam kazan Osmanlı, kendinden, değerlerinden emindi. Yoksa oralara varamazdı. İnanmazsanız, Viyana’nın ortasından nazlı nazlı akan Tuna’ya sorun.

Bu yaşlı bilge fetih için girdiği topraklarda rastladığı genç dilbere vuruldu. Bu bir aşk-ı memnu idi. Söz konusu aşk-ı memnunun başlangıcı Fransa’ya elçilik yapsın, orada gerçekleşen ve dünya tarihini alt üst eden değişim ve dönüşümü anlayıp da Osmanlı’ya aktarsın diye gönderilen “Yirmisekiz” lakaplı Çelebi Mehmet Efendi ile başlar.

Yirmisekiz Çelebi, Batı Aydınlanması’nın dinamiklerini okuyup tahlil ederek bir toplumsal yeniden inşa projesi üzerinde duracak yerde, kucağında Kâğıthane’ye inşa etmek üzere XIV. Lui’nin Versailles’inin projesi ve portakal fidanlarıyla dönmüştü.

Sonrası bildiğiniz hikaye.

Şimdilerde, bu yasak aşkla başlayan lanetli sürecin hazin sonunu yaşıyoruz. Ve tepemizde itikadi çöküşü yok sayarak, iktisadi çöküşü durdurmaya çalıştığını sanan zavallılar. ‘Ne yok sayması, itikadi çöküşü planlı bir biçimde hazırlayan ve uygulayan zavallılar.

Şeyh-i Sanân’ın müthiş hikayesini anlatan kaynaklar, bu hikayenin mutlu sonla bittiğini söylüyorlar. Hikayeye göre, müritlerinin ısrarlı duaları sonuç verir ve domuz çobanlığında karar kılan Şeyh-i Sanân gördüğü bir rüya ile tekrar ihtida eder. Aşkını istismar ederek domuz çobanına dönüştürdüğü şeyhi yüzüstü bırakan Hıristiyan dilberi de, onun telkinleriyle ihtida eder.

Ama bizim işimiz, bir rüya ile halledilecek kadar kolay gözükmüyor.

( 06 Nisan 2001 )

 

Yorum Yaz