Sıkıysa at taşı

En azından İttihat ve Terakki’den beri, yönetici sınıf, Batı’dan çalıp tahrif ettiği kavram ve kurumlarla bu ülkenin değerlerini ve geleceğini tahrip etti.

Bunu yapanı Nietzsche “Çaldığı dişlerle ısıran hain yaratık”a benzetmiş. Bu yaratık, bizi ısırırken hep “demokrasi”, “laiklik”, “çağdaşlık”, “cumhuriyet” adına ısırıyordu. “Niye ısırıyorsun?” diye karşı geleni, bu hain yaratık “Cumhuriyet düşmanı!”, “Demokrasi düşmanı!”, “gerici!”, “yobaz!”, “irticacı!” diye yaftalıyordu.

Bu duble sahtekarlığın yüzündeki maskeyi, yine kendi içlerinden biri indirmeye kalktı: Sami Selçuk. Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Batılı kavram ve değerlerin içini boşaltmadan, onların asıllarına sadık kalarak onları tanımlıyor, bu kavramları yıllardır tekelinde bulunduranları, dürüst ve samimi olmaya çağırıyordu. Bir bakıma cumhuriyet, demokrasi, çağdaşlık, Atatürkçülük perdesinin arkasına sığınıp da totalitarizmi, oligarşiyi, diktayı, laikçi teokrasiyi ve militarizmi savunmayın, diyordu. Bu ülkenin en büyük takiyyecilerinin aslında Cumhuriyetçi, Demokrat, Çağdaş, Atatürkçü, Laik geçinenler olduğunu deşifre ediyordu.

Selçuk, bunları söylerken samimi bir laik, demokrat ve Atatürkçü olduğunu ısrarla vurgulamadan da edemiyordu. Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne adını verdiği makalelerinden oluşmuş kitapta, 6 Eylül günü yaptığı açılış konuşmasında kullandığı tüm argümanlar bulunduğu gibi fazlası da yer almaktaydı. Oradan tanıyalım:

“Ne Nazım Hikmet’in, ne de Necip Fazıl’ın toplumsal/siyasal görüşlerini paylaşıyorum. Temelde her ikisine de karşıyım. Ayrıntıları elbette tartışabiliriz… Ancak onların ve onlar gibi düşünenlerin görüşlerini her türlü araçlarla sergileme özgürlüklerini ne pahasına olursa olsun bir hak olarak sonuna dek savunmayı da bir ödev biliyorum.”

Anayasa Mahkemesi’nin 3511 sayılı (10.12.1988) yasanın YÖK Yasası’na getirdiği “Yükseköğretim kurumlarında, dini inanç sebebiyle, boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” hükmünü iptal gerekçesini eleştirip reddederken de Kur ‘ani bir emir olan tesettüre kişisel olarak taraftar değildir. Der ki: “Üniversiteli genç kızlarımızın kendilerini tutsak kılan giysileri bizi de üzmektedir. Ancak, demokratik ve laik bir toplumda onlarla yan yana yaşamak, onları inandırarak doğrudan yana kazanmak; değerler çatışmasında, inanç özgürlüğünü ve uygulamasını kişisel beğenimize üstün tutmak zorundayız.”

Tulumbacı takımının, dünden itibaren aldıkları linç emrini uygulamak için Sami Selçuk’a kıyasıya saldırmaları, suçüstü yakalanmanın hırçınlığından başka bir şey değildir. Her biri birer romantik-hurafeci despot olan bu güruhun okumadığını biliyorum, onun için ben nakledeyim Sami Selçuk’un Laik ve Atatürkçü olduğunu: “Ortaokuldaydım. “Ticaniler”den, “irtica”dan söz ediliyordu. Ürkmüştüm. Cumhuriyetin onca güzelliklerine kıyılacak mıydı? Bugün de aynı kaygı içindeyim. Ama daha umutluyum. Çünkü Atatürk gençliğine güveniyorum.”

Bu satırların yazarı Selçuk’la, onu linç etmek isteyenler arasındaki tek fark, onun Demokratlığında, Çağcıllığında (modernlik), Laikliğinde ve Atatürkçülüğünde samimi ve namuslu olmasıdır. Şu sözleri ancak namuslu bir insan söyleyebilir:

“Türkiye’nin temel derdinin birbirini dinlemeden yargılamaktan kaynaklandığına inanıyorum. O yüzden bence ilkin en uçta yer alanları bile dalaşmadan, sövüşmeden konuşmayı/tartışmayı özendiren, diyalog ilkesini yaşama geçiren barışçıl tekniğin adı olmalıdır hukuk; düşünceyi yasaklayan zorbalığın değil… İnsanız. Ellerimiz var. Tutuşalım. Dostça. Dillerimiz var. Konuşalım. İnsanca. Kalemlerimiz var. Yazalım, yazışalım, eleştirelim. Uygarca. Ellerimiz yumruk olmasın… Bu bilinçle herkese, her tür görüşe, her tür inanca diyalog çağrısında bulunuyorum.”

Selçuk’un bu çağrısının tek faydası oldu: Bu ülkede gerçekte hangi kesimlerin çıbanbaşı olduğu, kavgacı bir karaktere sahip olduğu, bu ülkenin başına bela kesildiği bir kez daha anlaşıldı.

Kralın köpeğinin ısırma hakkını savunan kralcılar, onu taşlayanı linç ediyorlardı. Bir gün sarayda büyümüş fakat gerçekte saraya ait olamayacak kadar ‘insan’ ve ‘insancıl’ biri çıktı ve kralın köpeğine taş attı. Can Yücel’in ruhuna kendi şiirini yollayalım:

Köpek var, taş yok

Taş var, köpek yok

Köpek var, taş var

Ama Kralın köpek

Sıkıysa at taşı

( 10 Eylül 1999 )

 

Yorum Yaz