Siretü’l Kur’an-3.Ders-“Şeytanın Dini: Kabilecilik”

Siretü’l Kur’an 3. ders – Kültür – 11.11.2018

Hepinizi selâmların en güzeli ile selamlıyorum: Es-Selâmu aleykum… Dünyanın herhangi bir yöresinde, insanlar birbirini nasıl selamlıyorsa öyle selamlıyorum. Çünkü selam İslam’ın parolasıdır. Selam ‘barış’ın parolasıdır. İslam ilahi ve evrensel bir barış projesidir. İslam, iyi insan projesidir. İşte bu projenin ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl hedefler taşıdığını görmek ve öğrenmek için buradayız.

Değerli kardeşlerim hepinizi selamların en güzeli ile selamlıyorum. Dünyanın neresinde insanlar birbirlerini hangi dilde nasıl selamlıyorlarsa öyle selamlıyorum: Es-selâmu aleykum, sabâhe’l-hayr, sabâhe’n-nûr, subh behayr, rojbaş, parului, good morning, guten morgen, selamet pagi, go hayo, gozai yozaymas, zaoen, habari… Aklıma gelen gelmeyen, insanlar ne ile selamlıyorlarsa o dillerin hepsinde selamladığımı varsayın. Zira selam barış parolasıdır.

İslam, ‘silm’ kökünden gelir. Silm barıştır. İslam Allah’ın barış projesidir. Küresel barış projesidir. Bugün kendisini Müslüman sayan çoğunluğun ahireti kendisine cennet etmek için dünyayı cehenneme çevirdiğine bakmayın. İslam gerçek bir barış projesidir. Ama o İslam uydurulmuş İslam değil, Allah’ın kitabıyla gönderdiği, vahiy ile bildirdiği İslam’dır. Onun için diyoruz; insan olmadan Müslüman olunmaz. Onun için diyoruz; dindarlığını Allah’a göster, bana insanlığın lazım. Onun için diyoruz; eğer din insanın adaletini, merhametini, vicdanını, şahsiyetini, kalitesini arttırmıyorsa, insanlığını arttırmıyorsa, holiganlığını arttırır. İnsanın insanlığını değil de holiganlığını arttıran dinden Allah’a sığınıyoruz.

Bugün “Siretü’l-Kur’an; Kur’an’ın hayat yolculuğu” derslerimizin üçüncüsünde yine beraberiz.

Kültür

Alt başlığımız “kültür”. Kültür deyince aklımıza birçok şey gelir. Kültür insanın yaptığı, insanın icat ettiği şeylerin tümüne verilen bir isim. Zaten meyvelerin de kültürleri var biliyorsunuz. Mantarın da kültürü var. Onun için insan icadı, insan ürünü, insan topluluklarının ortaya koyduğu davranış kalıplarıdır “kültür”.

Kültür deyince aklımıza birçok şey geliyor. Başta dil geliyor. Bir toplumun bayramları geliyor, hüzün günleri geliyor, cenaze törenleri, ağıtları, sevinç günleri geliyor, düğünleri geliyor, yemek yeme alışkanlıkları geliyor, giyinme alışkanlıkları geliyor, barınma alışkanlıkları geliyor, şehir anlayışı geliyor, mekân anlayışı geliyor, zaman anlayışı geliyor… Dolayısıyla birçok şey akla geliyor.

Ama ben burada “cahiliye Arap kültürü”nden bahsedeceğim için; kültür deyince bu kadar geniş bir konuya giremeyeceğim ve maksadım da bu değil zaten. Arap kültürünü tümüyle işlemek de değil burada maksadım. Bir ders çerçevesi içinde, bir buçuk saatlik zaman diliminde cahiliye Arap kültürünün başat unsuru olan “kabileciliği” işleyeceğim.

Şeytanın Dini: Kabilecilik

Kabilecilikten “bize ne?” diyenimiz var mı bilmiyorum. Kabilecilik insanlığın tüm zamanlarındaki en büyük zehirlerden bir tanesidir. Ve bugün “kabilecilik” her türlü asabiyet, her türlü holiganlık ve her türlü yobazlığın adıdır. Kabilecilik; değişik zamanlarda, değişik mekânlarda, değişik coğrafyalarda değişik isimlerle yürütülür. Din kabileciliği vardır, bugün bol bol gördüğümüz kabilecilik. Irk kabileciliği vardır. Kan kabileciliği vardır. Renk kabileciliği vardır. Kültür kabileciliği vardır. Eğer bir kültürden olanı üstün sayarsanız, üstünlük ölçüsü olarak bir kültürü görürseniz, bu, kültür kabileciliğidir. Üstünlük olarak bir mezhebi görürseniz mezhep kabileciliği… Üstünlük olarak bir tarikatı, bir cemaati, bir grubu görürseniz tarikat kabileciliği, cemaat kabileciliği, grup kabileciliği… Üstünlük olarak bir inanç sistemine dahil olmayı görürseniz o dinin kabileciliğini yapmış olursunuz.

Dolayısıyla kabilecilikler hâlâ devam ediyor. Üstünlük ölçüsü olarak bir bölgeden olmayı veya birine akraba olmayı, birine yakın olmayı görürseniz işte onun kabileciliğini yapmış olursunuz.

Dolayısıyla kabilecilikten kurtulmadık, hâlâ devam ediyor gördüğünüz gibi. Kabileciliğin olduğu yerde adalet ölür, şefkat ve merhamet zehirlenir, insanlık yara alır. Kabileciliğin olduğu yerde zulüm ve haksızlık öne çıkar. Kabileciliğin olduğu yerde adam kayırma, torpil öne çıkar. Kabileciliğin olduğu yerde alın teri ayaklar altına, yere geçer ve rant öne çıkar. Dolayısıyla kabileciliğin zararı bütün bir toplumu zehirler. Kabilecilik hâlâ yaşıyor.

Bakalım, cahiliye müşrik toplumunun kabileciliği nasıl bir şeymiş? Bunu öğrenmeden, bunu bilmeden biz “Kur’an’ın yaptığı devrimi” anlayamayız.

Konuyu dört başlık altında inceleyeceğim. “Durum” birinci alt başlığımız. İkincisi “Kur’an’ın devrimi”. Üçüncüsü “karşı devrim”. Dördüncüsü “mevcut durum”.

Kabileciliğin Kur’an’daki karşılığı; Fetih sûresinin 26. âyetinde geçen “Hamiyyetu’l-câhiliyye: Cahiliye Hamiyeti” ne demektir? Cahiliye belli, cehaletin tercih edilmesi. Tercih edilmiş cehalet, bile isteye benimsenmiş cehalet. Bir insanın önüne iki şey sunuyorsunuz: “Bu konuda önyargılarını yıkıp doğru bilgi edinmek mi istiyorsun? Yoksa önyargılarını sahiplenmek mi istiyorsun?” diye. O; “Bile isteye bildiğimi değiştirme! Hakikati ilgilendirmiyor beni, benim hakikat ile işim yok! Benim bildiğim doğrudur, doğruyu bilmek gibi bir derdim yoktur!” diyor ve cehaleti tercih ediyorsa işte buna “cahiliye” diyoruz. Cahiliye bu.

Hamiyet nedir? “Himaye”, aynı kökten geliyor; himaye etmek, korumak, muhafaza etmek. Cahiliye muhafazakârlığına “Hamiyyetu’l-câhiliyye” diyor Kur’an: Cahiliye muhafazakârlığı, cahiliyenin bir şeyi himaye etmesi, cahiliye korumacılığı. Hem cahil olacaksınız hem de cahiliyeyi koruyacaksınız; “cahiliyeme dokunma”, “cehaletime elletmem”, “cehaletime dokundurtmam” diyeceksiniz! Siz onu bilgilendirmeye çalıştığınızda sizin bilgilendirme eyleminizi sonuna kadar engelleyen bu tip, hep var olmuştur. Cahiliye hamiyeti; cahiliyeti himaye etmek, korumak, ona bir dokunulmazlık zırhı geçirmek, ‘Bizim cahiliyemiz iyi cahiliyedir.’ demek. Bizim ya, bizim olunca iyi oluyor! İşte bu tam da “cahiliye kabileciliğine” denk düşüyor. Onun için Fetih sûresinde “cahiliye hamiyeti” olarak ifadesini buluyor.

  1. Durum

Kabile ne demek? Merak etmediniz mi değerli dostlar, bu kelimenin nereden geldiğini?

Qabîle”, “qubl”; ‘ön, önde olan’ demektir. ‘Yakın olan’ anlamına da gelir. Arkada olana “bu’d” denir. Onun için “kable”; önde, “ba’de”; sonda, arkada demektir. Kabile; önde olan yani öncelikli olan. ‘Benim önceliğim kabile’ demek… İlginçtir; zamansal olarak kabile köke, geriye doğru gider. ‘Önü geriye doğru olan’ demektir. Eğer ilerleyecekse, bunun arka arka ilerlemesi lazım. Çünkü yüzü kabilede. Yüzü kabilede olan mürtecidir. Kabilecilik bir irticadır, geri dönüştür.

“Önceliğin nedir?” dediğimizde; “Önceliğim kabile. Onun için benim belirleyici unsurum kabiledir.” diyor. Yani önceliğin adalet mi dediğimizde; “Hayır, önceliğim kabilemdir. Kabilenin menfaatine olan benim için önceliklidir.” diyorsa işte o, adaleti aramaz. “Kabilenin çıkarı benim için önceliklidir” zihniyeti… Kabilecilik böyle bir şeydir. Kabile kelimesinin geldiği kök budur işte. “Öncelikli olan nedir?” sorusuna “kabilemdir” diye cevap vermek.

Biraz önce saydıklarımı siz sıraya dizin: Din kabileciliği, mezhep kabileciliği, meşrep kabileciliği, cemaat kabileciliği, tarikat kabileciliği, kültür kabileciliği, medeniyet kabileciliği… Peki, bütün bunların ortak unsuru nedir? Bütün bunların ortak tek unsuru vardır. Üstünlük ölçütü olarak takvanın yerine koyduğunuz her şey “kabilecilik”tir. Bu konuya geleceğiz.

‘Kabile; önde olan’ dedik. Peki, bir insan neden bu kadar insanlıktan çıkar? Veya kabilecilik duygusu insanlıkta neden böyle yerleşik bir duygudur? Niye ihtiyaç duyar? İnsan çıkarına görmediği bir kötülüğü de yapmaz. Bir kötülüğü yapması için önce vicdanında ona bir kılıf geçirmesi lazım. Yani vicdan yalan söylemez. Ama ‘icazetli vicdanlar’ var. İcazet gelmeden o vicdanlar harekete geçmez.

Yemen’de neredeyse bir milyona yaklaştı açlıktan ölen çocuk sayısı! Kimseden çıt yok, istisnalar hariç! Neden? İcazet gelmedi. İcazet gelmeyince siz Yemen’de ölen bir milyon çocuğa çıt çıkarmazsınız! İcazet yok! Aynı husus başka birçok örnek için geçerli. İcazetli vicdanları bir tarafa bırakalım şimdi. İnsan kabilecilik gibi merhameti, adaleti, insaniyeti, şahsiyeti, kaliteyi, insanın tüm güzel duygularını zehirleyen böyle bir hastalığa hangi gerekçeyle kapılır?

Var olma güdüsü en temel güdüdür. İki temel güdü var. Biri; var olma güdüsü, ikincisi; varlığını, soyunu sürdürme güdüsü. Varlığını sürdürme güdüsünün de temelinde olan “var olma güdüsü” insanda çok asli bir güdüdür.

İki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Güdüler ve dürtüler. Güdüler, insanın milyonlarca yıl önceden getirdiği genetiğiyle taşıdığı ve üzerinden milyonlarca yıl geçerek pekişmiş olan, insanın yönetmesi gereken, yönettiğinde insan olduğu, yönettiği kadar insan olduğu temel unsurlar. Evet, “korkma” bir güdüdür. Korkusuz olmaz. Korkusuz insan olmaz. Korkusunu yönettiği kadar insandır insan. Şehvet bir güdüdür. Şehvetsiz olmaz, şehvetsiz insan soyu sürmez. Onun için şehvet özü itibariyle kötü değildir ama şehveti yönettiği kadar insandır insan. Şehvet insanı yönettiğinde insan “ke’l-en’âm: hayvan sürüsü” gibi hatta “bel hum edallu: daha da aşağı” olur.

Öfke bir güdüdür, yerleşiktir, güvenlik için gereklidir. Fakat öfke sizi kontrol ederse 7 milyon yıl öncesine döner. İnsan primat olur. Bakarsınız alfa bir erkeğin arkasından gidiyor. “Hiç bunu niye yapıyorum?” yok. Alfa erkek saldırdı sen de saldır. Baştaki şeyh primat saldırdı sen de saldır. O durdu sen de dur, o sevdi sen de sev, o dövdü sen de döv, o öldürdü sen de öldür… Budur. Belirleyici olan odur. 7 milyon yıl geriye gitmek ile kalmaz, bazıları bakıyorum 70 milyon yıl geriye gidiyor. 250 milyon yıl geriye gidiyor. O zaman beyin sapına dönüyor. Yani alt beyinde kalmıyor, limbik sistemde kalmıyor, üst beyin zaten yok. Alt beyin de gidiyor. Beyin sapı yılan başı gibidir, hiç gördünüz mü bilmiyorum. Beyin sapı tam yılan başı gibidir. Dolayısıyla tıslamaya başlıyor. Bakıyorsun, tıslıyorsa 250 milyon yıl önceye gitmiş. Çok zor… Uzun bir mesafe var. Onu tâ oradan alıp da buraya getirmek çok zor bir şey. Onun için var olma güdüsü insanda temel bir güdüdür.

Dürtüler nedir peki? Dürtüler; adı üstünde, harika bir ismi var Türk dilinde: Dürter. Şeytan da dürter ya… Aslında şeytan bazen dürtü olur bazen de dürtü şeytan olur. İnsanı yoldan çıkarmak için dürter. Siz onun dürtüklemesine aldırmazsanız onu yendiniz, onunla başa çıktınız. Onun için güdüler yönetildiği zaman bir nimettir. Sizi yönettiği zaman bir beladır, bir afettir, bir felakettir.

Var olma güdüsü insanda nedense varlığını savaşa bağlar. “Ben var olmam için etrafımla sürekli savaşmalıyım.” Niye? “Çünkü benim dışımdaki herkes benim düşmanım!” Kabile böyle kodlar. Cahiliye kabile kültürüne döndüğümüzde örnekler vereceğim. Kabile, kendi dışındaki her şeyi düşmanı olarak kodlar. İlişkiler düşmanlık üzerine bina edilmiştir. Kabileden değilsen düşmansın. Savaşmıyor olmanın bir önemi yok. Bir gün savaşırsın, mutlaka savaşırsın. Hiç sebep de gerekmez. Aslında eğer çapul yapacak bir şey bulursan savaşırsın. Zira “farklı olan düşmandır” mantığına dayanır. Farklı olana karşı yok etme güdüsü harekete geçer. Var olma güdüsünün bir toplumu esir alması… Bununla aldatıyorlar, toplumları zulme bununla razı ediyorlar, değil mi?

Bakın dünya savaşlarına. Bakın Birinci Dünya Savaşına, İkinci Dünya Savaşı’na. Bakın büyük zulümlere, ‘sizin varlığınıza yönelik tehdittir’ diyorlar. Böyle demeyince sizi ikna edemiyorlar onu öldürmeye, onu yok etmeye, ona zulmetmeye. Varlığınıza yönelik tehdit olarak algıladığınızda artık onu yok etmekten başka bir şey düşünemiyorsunuz. Oysaki Kur’an’ın yaptığı devrim bambaşka bir devrim, oraya geleceğiz.

Alfa erkek ve sürü psikolojisini izah ettim. Kabile şeyhi cahiliye Araplarında otoritedir. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir kabile şeyhi! Tanrı’nın âyetleri değil kabile şeyhinin emirleri geçerlidir. Kabile şeyhi ne diyorsa o olur. Onun için kabile şeyhi, birini getirdi ve gözünüzün önünde ona envaı çeşit işkence yaptı. Kabile şeyhi kendince haklıdır. Neden? Zira kabile hayattır. Kabile şeyhi de hayat ve ölüm dağıtandır. İsterse öldürür, isterse yaşatır. Onun için kabileden sürülmek aslında hayattan sürgün edilmek demektir cahiliye Arapları nezdinde. Onun için kabile şeyhinin Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğunu, böyle gördüğünü itiraf etmeden, biri o kabilede kalamaz.

Değer ve ahlak örtücü olarak kabilecilik

Fetih sûresinin 26. âyetine biraz önce atıf yaptım, âyeti buraya aldım. “İz ce’alellezîne keferû fî qulûbihimu’l-hamiyyete hamiyyete’l-câhiliyyeti” burada geçiyor. Aslında mealen vereceğim. Ellezîne keferû: hakikati örten, hakikati örtmeyi alışkanlık haline getiren kimseler. “Keferû” mazi fiildir. “Ellezîne keferû” kalıbı, bunu ahlak haline getirmeyi ifade eder. Hakikati örtme davranışını ahlak haline getirmeyi ifade eder.

Peki, bir hakikat var, bir onu örten var, bir de onun örtüldüğü şey var. Hakikati örten şey burada nedir? “Hamiyyete’l-câhiliyyeti”, meful olarak geldiği için böyle cümle içinde. Ama bağımsız kullandığımızda biz orayı meful olarak değil, merfu olarak okuyoruz; “Hamiyettu’l-câhiliyye”. Yani cahiliye yobazlığı, cahiliye holiganlığı, cahiliye tutuculuğu, cahiliye ırkçılığı, cahiliye milliyetçiliği…

Evet, dolayısıyla cahiliye hamiyeti bir hakikati örtme biçimiymiş. “Ellezîne keferû”nun yani hakikati örtenlerin kalplerinde yerleşik olan duygu, hakikati örttükleri ana husus cahiliye hamiyeti, cahiliye koruyuculuğu, cahiliye muhafazakârlığıymış.

Ayetin devamında “sekîne”yi cahiliye hamiyetinin karşılığı olarak, karşıtı olarak getiriyor. İnsanın kalbinde ya cahiliye tutkusu, tutuculuğu, yobazlığı vardır ya da sekinet. Allah (Elçisinin ve müminlerin kalbine) “sekinet”, sükûnet koyuyor. Cahiliye hamiyeti “sekinet”in zıttıdır.

Sekinet/sükûnet, sakinlik; insan düşünürken sakin olmalı. Düşmeden düşünülmez, durmadan düşünülmez, koşarak düşünülmez, savaşırken düşünülmez. O zaman bakınız, aslında savaşın zıddıdır sükûnet, orada dur/düş, düşün.

Peki, Allah ne yaptı? “We elzemehum kelimete’t-takvâ: Takva kelimesini onlara lazım, şart kıldı. Aslında oradaki “kelime” de çok ilginç. “el-kelm” yaralamak anlamına gelir Arap dilinde. Aynı zamanda “el-kelm” bir cerahati açıp içindeki irini dökmek anlamına gelir. Aynı zamanda bistürinin de yani hekimin elinde ameliyat yaptığı ameliyat bıçağının da ismidir. Nedir şimdi? Allah ameliyat yapıyor. Peki, “hamiyyetu’l-câhiliye: cahiliye yobazlığı”nın ameliyatı neymiş? Takvaymış. “Takva”. Yani cahiliye yobazlığını aldı, yerine takvayı koydu. Takvaya ileride geleceğiz inşâAllah.

Kabile Savaşları

Eyyâmu’l-Arab

Cahiliyede, müşrikler 100-150 yıl içerisinde kaç kez savaştılar? Arapların dili tek. Tek dil konuşuyorlar. Arap Yarımadası’nda konuşulan tek dil o. Dinleri de tek. Tamam, bir kısmı Hıristiyan bir kısmı Yahudi -Yahudi Araplar var unutmayalım- bir kısmı Mecusi -Mecusi Araplar da var, özellikle Bahreyn taraflarında- ama hepsinin de ortak tek bir yanı var; hepsi de mistik. İster Yahudi, ister müşrik, ister Hıristiyan, ister mecusi olsun hepsi de benimsediği inancı mistikleştirmiş, hepsi de mistik. Dolayısıyla dinleri tek, kültürleri tek, Arap kültürü tek kültür. Çok kadim bir kültür.

Dil, din, kültür ve çevre tek, peki savaş neden?

Konservatif olduğu için yani Arap Yarımadası içinde kapalı kültür, kapalı havza toplumu olduğu için çok değişmemişler. Onun için de kültürleri tek. Çevre de tek. Belli bir çevre. Arap Yarımadası çöle mücavir bir çevre. Peki neden sürekli kavga eden, sürekli savaşan, sürekli birbirinin ayağının altını kazan ve şunu atasözü haline getiren bir toplum Arap toplumu?

“Ben, kardeşim ve amcaoğlum düşmana karşı savaşırız. Düşmanı yenersek ben ve kardeşim amcaoğlumla savaşırız. Amcaoğlumu yenersek ben kardeşimle savaşırım!”

Diyeceksiniz ki; “Allah’ın Mustafa kulu, Arabistan’a gitmeye gerek yok ki, bizde de böyle.” Biliyorum, biliyorum bizde de böyle ve bize de oradan geçti. Biz Müslüman olduğumuzu zannetmişiz, meğer cahiliyeye mensup olmuşuz! Geleceğiz… Kabileciliği nasıl mezhepçilik, cemaatçilik, tarikatçılık, ulusçuluk, milliyetçilik, ırkçılık ve bölgecilik adı altında devam ettirdiğimizin örneklerini hâlâ yaşayıp görmüyor musunuz? Evet. Neden?

Bir sorun var. 100-150 yıl içinde bir toplumda kaç savaş olabilir? Mesela silahların en gelişmiş olduğu, konvansiyonel hatta nükleer silahların bile kullanıldığı 20. yüzyılda savaşları sayın! Sayın, kaça kadar çıkarsınız? 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, Balkan Savaşı, Kafkas Savaşı, Afganistan Savaşı, Irak Savaşı, Filistin Savaşı… Yani 10, 20, 30, 40, 50 haydi 100 diyelim. 150 yıl içerisinde Arapların çok azı -İran gibi- başkalarıyla savaşmıştır. Kendi aralarındaki savaşların sayısını hesaplamışlar; küçüklü büyüklü tüm savaşlar 1700’e kadar çıkıyor! Bu konuda “Eyyâmu’l-Arab” eserleri yazılmış.

“Kabile Savaşları’nı” işleyen eserlere verilen genel addır “Eyyâmu’l-Arab”. Yewm; gün, eyyâm ise günler demektir… Ama savaş anlamına kinâye olarak kullanılıyor. Dolayısıyla Arap günleri, Arap savaşları anlamındadır… Demek ki ‘Cahiliye Arabı’nın günü savaştan ibaret! Bu konuda eserler yazılmış. En meşhurlarından bir tanesi Ebu Ubeyde Ma’mer bin el-Müsenna’nın “Eyyâmu’l-Arab”ı. 70 küsur savaşı ele aldığı bir küçük eseri, 1200 kadar savaşı ele aldığı bir büyük eseri var. Savaşları teker teker, isimleri ve hikâyeleriyle ele almışlar, düşünebiliyor musunuz? Savaştan bu adamlara zaman kalmamış ki yaşamaya…

Zihniyet

Asıl olan düşmanlıktır, dostluk istisnadır!

Peki, kimle kim savaşıyor? Kimle kim savaşmıyor ki? Hemen hepsi 4 kuşak, 5 kuşak, 10 kuşak, 20 kuşak ötede kardeş bunlar. Buâs Savaşları, Medine’deki iki Arap kabilesinin savaşıdır: Evs ve Hazrec… İki kardeşin ismi bunlar. Yemen kökenli. Yemen’den gelmiş iki kardeşten oluşmuş iki kabile var. Allah Resûlü Medine’ye gelmeseydi bu savaş herhalde yüzyıl kadar sürecekti. Sürekli savaşıyorlar. Dolayısıyla çok ilginç. Zihniyet ne? Asıl olan düşmanlıktır, dostluk istisnadır. Dostluk diye bir şey yok. Farklı olan düşmandır! Onun için farklı olana Arap ‘Acem’ der. Arap’ın zıttı nedir? Acem. ‘Arap olmayan’ demektir. Acem ‘yabancı’dır.

Yahudi kültüründeki ötekileştirmeyi Cahiliye Arabı’nın kültüründe de aynen görüyoruz. Yahudi kültürü de bir göçer/ bedevi kültürüdür. ‘Goim’ İbranice’de hem ‘öteki’ anlamına gelir hem de ‘yabancı’ anlamına, hem ‘düşman’ anlamına gelir hem de ‘kâfir’ anlamına. Yunanca’da ve Latince’de ‘gentile’ derlerdi. ‘Barbar’ dedikleri de aslında buna benzer bir vurguya sahip. ‘Vandal’ dedikleri de buna benzer bir vurguya sahip. Roma kendi dışındakini barbar ilan etmiş! Kendisinden olmayan barbar, barbarsa öldür, ölümü hak ediyor! Zira barbar.

Çok da haksız değil gibi göründüğü yerlerde var doğrusu: Cermenler ile Botlarla, Vizigotlar ile savaşlara baktığınızda… Ama zihinde, bilinçaltında “senden olmuyorsa ölümü hak ediyor” mantığı var. Adalet, hak, hukuk, yaşama hakkı, insan hakkı, vicdan… Nerede? Onlar yok. Onun için önce zihninde öldürür. Bir katil öldüreceğini önce içinde öldürür. Yani vicdanda cinayet işlenmeden dışarıda cinayet işlenemez.

Vahyin amacı nedir biliyor musunuz? Vicdanda cinayetin işlenmesine engel olmak. Fetih sûresinin biraz önce okuduğum 26. âyetinde; “ellezîne keferû” hakikati örtenler, vicdanın üstünü örtenler demektir. Takva ise vicdanın üstündeki örtüyü kaldırmaktır. Sorumluluk bilinci… Oraya geleceğiz.

Hak yok, intikam var!

Cahiliye Arap kültüründe hak yok. Çok ilginç, gerçekten de “hak” diye bir kavram yok. Düşünün Kur’an Allah’ın esmasından bir tanesini “el-Haqq” olarak kodluyor. “El-Hak”; mutlak hakikat, hak, hakikat demektir. Onun için birinin hakkını çalmak, tabiri caizse Allah’a isyandır. Hak gaspı “el-Hak” olan Allah’a isyandır. Onun için ‘kulun hakkı’ demeyin, zira her kul hakkı Allah hakkıdır aynı zamanda. Kul hakkına giren herkes peşinen Allah hakkına girmiş olur. Çünkü hak Allah’tır. Biz Allah’a hak deriz. Hakka Allah deriz. Bunun altını birkaç kere çizin lütfen.

Hayır öğüt yok, hamaset var!

Cahiliye Arap şiirini hatırlayalım. Neydi? Methiye var, hicviye var. Methiye övmek, yapmadıklarıyla övmek, överek yoldan çıkarmak, hicviye ise sövmek ve dövmek. Onun için krallar savaş kazanmaktan daha fazla önemserlermiş şair satın almayı. Her kralın birkaç şairi olurmuş. Onun için kendisi hakkında övgü dizen, övgü şiirleri, methiyeler dizen şairlere verilen ödüller başka hiç kimselere verilmezmiş. Yani kral, kraliçeye dahi düğün günü vermediği hediyeyi, kendisini öven övgü dizen şairin boynuna asabiliyordu. Dolayısıyla böyle bir şey. Çünkü savaşta yenilmekten daha fazla hicviyeden, hicveden şairden korkarlarmış. Onun için şairler o zamanın trolleriydi. O zaman da varmış çomar troller. Dolayısıyla o zaman da hakkın ve hakikatin üzerine yürüyorlarmış! Hamaset, işte bu. Kur’an’daki karşılığı neydi? “Hamiyyetu’l-câhiliyye”. ‘Hamiyyet’in akraba kelimesidir ‘hamaset’.

Bugün ne kadar çok görüyoruz hamaseti, değil mi? Necasetten taharet var, hadesten taharet var, bir de hamasetten taharet olması lazım. İnanın hamaset necasetten daha fazla kirletiyor insanı. Necaset insanın bedenini ya da elbisesini kirletir, yıkayınca da gider, olmadı değişirsin. Hamaset insanın vicdanını kirletiyor. Niye? Çünkü zulmü ‘vatan-millet-Sakarya’ diyerek (hamaset köpürterek) işlemeye başlıyorsunuz! Yani zulüm zulümdür ama önüne vatanı getirdiniz mi zulmü işlemek mubah oluyor! Zulüm zulümdür. Ama önüne “beka sorunumuz var” dediniz mi zulmü peynir ekmek yer gibi işlemeye başlıyorsunuz! Onun için hadesten taharetten daha önemli olan hamasetten taharettir. Hamasetten taharet yapmayan insan takva işleyemez, sorumluluk bilincine erişemez.

Örnekler vereyim müsaadenizle. Ficâr. Niye ‘ficar’ demişler biliyor musunuz? Fücûr günah demektir, Kur’ani bir kelimedir. “Fâcir” ise günahkâr demektir. Ficar… Araplar oturmuşlar; “Hep harp hep harp, hep savaşıyoruz, hep ölüyoruz, hep öldürüyoruz, bir güvenliğimiz yok. Bari güvenlik ayları koyalım.” demişler ve haram aylar koymuşlar. Üç artı bir, 4 aylık bir haram aylar dönemi. Bari bu aylarda erzak temin edelim. Yani şöyle çoluğumuza çocuğumuza bakalım, bir savaşmasız pakt olan barış ayları ilan edelim…

Güzel de, barış aylarında en çok savaşmışlar! Bu savaşlara “Ficar savaşları’ denmesinin sebebi budur. Siz barış ayları tayin ediyorsunuz ama en çok o aylarda savaşıyorsunuz! Çünkü pusu kültürü var, oraya da geleceğim. “Arapların en şereflisi benim” diyor Arap’ın biri, -yaklaşık 100 yıla süren- Ficar savaşlarının arifesinde. Ficar savaşlarının başlangıcı nedir biliyor musunuz? Ukaz panayırında bir bedevi ayağını uzatıyor ve: “Arapların en şereflisi benim, benden daha şerefli olduğunu iddia eden varsa gelsin şu ayağıma bassın!” diyor. Delinin biri de gelip basıyor. Haydi… Savaş başlıyor ve bu savaş nesiller boyu sürüyor, nice soylar yok ediyor. Dolayısıyla 1700’e yakın savaşın ne komik gerekçelerle başlamış olabileceğini düşünün.

Besûs, bir hanımın ismidir. Besus Savaşı diye yıllarca sürüp giden çok meşhur bir savaş var. Nedir biliyor musunuz? Bu hanımın devesini yaralamışlar. Kadın çok değerli olduğu için değil. Gerçi bunu söyleyenler, istisnaları kaide haline getirenler ve abartanlar da oldu. Hâlen cahiliyenin övgüsünü yapanlar da görüyorum. Bugün de varlar, çok ilginçler. Mesela Saddam bunu çok yapardı. Yine de Allah onu affetsin diyelim, Allah hepimizi affetsin. Tam bir cahiliye ehli ve cahiliye hayranıydı Saddam. Baas, cahiliyeyi yeniden diriltme üzerine kurulmuştur. Baas Partisi; bir dönem Arap ülkelerini kasıp kavuran, Irak’ta, Suriye’de, hatta Cemal Abdülnasır’ın şahsında Mısır’da ortaya çıkan bir ideoloji.

Baas ideolojisinin babası Mişel Eflak’tır. Hıristiyan bir Arap’tır ve eserleri vardır. Gerçekten kaliteli bir düşünürdü. ‘Yiğidi öldür hakkını inkâr etme’ derler. Yiğidi öldürmeyelim, hakkını da inkâr etmeyelim. Ama cahiliye propagandası yapan bir adamdır. Çok ilginç. Mesela, hadis diye nakledilen “Hubbu’l-watan mine’l-îmân: Vatan sevgisi imandandır.” sözünü onun çıkardığı derginin manşet altında spot olarak görmüştüm. İlk defa o söylemiş “Vatan sevgisi imandandır” diye, ondan sonra hadis oldu! Aman Allah’ım, düşünebiliyor musunuz? Nereden nereye geliyoruz? Efendim, vatanımızı sevmeyelim mi? Elbette sevelim, sevmez olur muyuz? Ama Mişel Eflak gibi “Muhammed’in babası cahiliyedir, Muhammed cahiliyenin çocuğudur. Cahiliyeyi kötüleyerek Muhammed’i övemezsiniz.” diyen bir adamın sözüne de hadis muamelesi yapmayalım. Benim söylediğim budur.

Oğullarının ismini ne koymuştu Saddam? Kusay ve Uday. Çok ilginç. İki cahiliye kabilesinin ismidir. “Cahiliyeye geri dönelim” diyenler var. Bu şu anlama geliyor “Kur’an’ı gömelim!” Bazı tarihselci arkadaşlardan da buna yakın sözler duyunca üzülüyorum doğrusu.

Evet, Besus böyle bir savaş. Bir kadının devesinin yaralanması üzerine başlamış. Dâhis diye bir başka savaş var. At yarışı yüzünden çıkmış. Yarışta “hile yaptınız, biz kaybettik, siz kazandınız”, haydin savaşa… Yıllar boyu süren bir savaş. Canlar yakan, ocaklar yıkan bir savaş. Buas, Medine’de Muhammedî davetle son bulan savaştır.

Zûqâr; Arap-Sasani Savaşı istisnai bir savaştır. Böylesi çok fazla yok. %99 oranında hemen tüm savaşlar Araplar arasında, hatta çok yakın kabileler arasında çıkmış ve yakınlar birbirini yok etmişlerdir. Çok ilginç. “Akraba akreptir” anlayışı orada da sürüyor. Peki neden savaşıyorlar?

Siretü’l-Kur’an, Kur’an’ın hayat yolculuğu dersindeyiz. Kur’an’ın hayat yolculuğunu öğrenmek ve bilmek için, Kur’an’ın indiği toplumun kültürünü tanımak lazım. Zira Kur’an neyi niçin söylüyor? O toplumun kültürünü tanımadan bunu anlayamayız. Nedenleri anlamadan da sonuçları anlayamayız. Onun için cahiliye Arap kültürünün temel unsuru olan, temel değeri olan “kabileciliği” işliyoruz. Yani niye bu mevzuyu işliyoruz? Kur’an’ı doğru anlayamayız yoksa. Kur’an’ın içine doğduğu toplum böyle bir toplum. Bu toplumda Kur’an nasıl bir devrim yapmış onu anlayacağız.

Kabilecilik Kültürünün Nedenleri:

1- Bedevilik

Daha önce de değindim, bundan sonra da değineceğim. Bedevilik, bir hayat tarzıdır, bir düşünme ve bir bakış açısı tarzıdır. Yani bedevilik öyle sadece ve sadece mekânda, “konup göçen, sabit bir yeri olmayan, deve sürülerinin arkasında otlakları takip eden bir kitle” değildir. Bedevilik, “bir düşünme biçimi, bir yaşama biçimi, bir bakış açısı biçimidir”. Onun için bedevilik zümre değildir, zihniyettir. Bedevi zümre değildir. Bir zümreden bahsetmiyoruz. Bedevi deyince bir zihniyetten bahsediyoruz.

Bedeviliği bugün köylülük kelimesiyle karşılayabiliriz. Bu şu anlama geliyor mu? “Her köylü köylülükle maluldür.” Hayır. Hepimiz köylüyüz. Köylerde öyle medeni, öyle şehirli insanlar, şehirlerde de öyle bedevi, öyle köylü insanlar var ki… Kaba, maganda, maço, dolayısıyla muameleyi bilmiyor, oturmayı bilmiyor, kalkmayı bilmiyor. Eline arabanın son modelini geçiriyor ama bedevinin devesinden daha kötü kullanıyor. Çok pahalı bir dairede oturuyor, oturduğu daireye çölün ortasındaki çadır muamelesi yapıyor. Görmüyor musunuz bunları?

Birlikte ve ortak yaşamanın şuuruna ulaşmamış, etrafındakilere “sana saygım yok” diye bağırandır köylü. Bir üstteki kattan alta küllüğü boşaltıyorsan, alttakilerin tamamına küfür ediyorsun demektir. Eğer yolda giderken hakkına, şeridine razı olmuyorsan, eğer yanan ışıkların verdiği sinyallere razı olmuyorsan, trafikteki kurallara razı olmuyorsan, etrafındakilere “siz benim için sineksiniz, değeriniz yok” demiş oluyorsunuz. Bu tam bir bedevi davranışıdır. Eğer kokuyorsan, üstün başın kirli ise, yanına gelen insan kokundan yanına yaklaşamıyorsa; bu aslında şehirde yaptığın bir bedeviliktir. Örnekleri çoğaltabiliriz, bu bir zihniyettir.

2- Yabancı düşmanlığı (sosyopatlık)

Çok ilginçtir, modern kabileciliklerin en temel unsurlarından biri yabancı düşmanlığıdır. Neden böyledir? Sen yabancı olduğunda sana düşman olanları kınıyorsun ama sen yerli olduğunda senden olmayanlara kınadığın şeylerin aynısını hatta bir fazlasını yapıyorsun. Neden öyle? Neden öyleyiz? Yabancı düşmanlığı neden vardır biliyor musunuz?

Yabancı düşmanlığının temelinde yatan sebep şudur: Henüz üst beyine intikal edememişlik yani insan olamamışlık! Çünkü insan kelimesi “ünsiyet” kelimesinden türetilmiştir. İnsan; ünsiyet, ünsiyet ise tanımadık bir şey ile dostluk kurmak, tanışıklık oluşturmak demektir. Tanımadığınız bir şeye karşı iki tavrınız vardır. Onu düşman ilan etmek ya da onu potansiyel bir dost olarak görmek. Dost olarak gördüğünüzde bu insanlık oluyor, düşman olarak gördüğünüzde bu da kabilecilik oluyor. Bu da geriye dönüştür.

3- Farklı olana düşmanlık

4- Kapalı toplum sendromu

Cahiliye Arap toplumunun içinde bulunduğu sendrom, hastalık buydu. Kapalı toplum ne demek? Kapalı toplum, rekabetin yokluğudur. Rekabetin yokluğunda sonuç nedir? Kalitenin yokluğudur. Öyle değil mi?

Bir yerde rekabetin yokluğu, kalitenin yokluğudur. Onun için orada kaliteye düşmanlık edenler rekabeti yok ederler. Rakibiniz yoksa, arkanızda kimse yoksa birincisiniz. Peki birinci misiniz gerçekten? Tüm rakiplerinizi yok ederek girdiğiniz bir yarışa yarış diyebilir misiniz? Akıllı insanlar rakiplerini yok etmezler, rakibi yoksa bir rakip çıkması için çalışırlar. Niye? Kendi alanınızda rakibiniz sizi daha da ileri iten bir güçtür? Sizi daha da kaliteli eden bir güçtür.

Kapalı havza toplumlarında işler bunun tersine yürür. Yahudileşme dediğim şey budur: “Kendini kutsa, başkasını yok say”. “Başkasını mümkünse yok et, kendine bir duvar ör, duvarın içini helal, dışını da haram ilan et”. Duvarın dışında ecinniler, düşmanlar, katiller saldırganlar olduğunu söyle! Duvarın içindekilere uslu durmaları için daima duvarın dışını karala ki duvarın içindekiler sürü olsun ve itaat etsin. Dolayısıyla rekabet de oluşmaz, kalite de. Çünkü pazar yok. Malların bir araya geldiği pazarda yan yana geldiğinde kaliteyi araştırırsınız, öyle değil mi? Çünkü birden fazla ürün var ve kaliteyi araştırırsınız.

Uluslararası pazara çıkacak bir fikriniz yoksa eğer kapalı havza sendromuna girersiniz yani pazara çıkarmazsınız. Uluslararası pazara çıkacak bir ahlakınız yoksa eğer, davranış kaliteniz yoksa eğer, kendi içinize kıvrılırsınız kapalı havza toplumu oluşturursunuz, kapıları kapatırsınız ve sizden başka herkes size düşman olmuş olur. Yoksa da edersiniz, düşman etsem diye de çabalarsınız. Yani “dışarıdakileri nasıl düşman etsem kendime?” Dostlarınızın varlığıyla övünmezsiniz, düşmanlarınızın çokluğuyla övünürsünüz. Onu satarsınız. Kabilecilik kültürünün nedenleri işte bunlardır.

Kabilecilik Kültürünün Sonuçları:

1- Güce kul etme, güce kul olma

Kabilecilik güce kul eder, güce kul olur. Ben, kendini Müslüman sayan kütlenin çoğunluğunun güce tapıp adını Allah koyduğunu gördüm! Güce tapıyor, adını Allah koyuyor. Aslında güce tapıyor, Allah’a değil. Güce kul olmuş, Allah’a değil. Bunu, güçle ilişkisini yokladığınızda anlıyorsunuz veya kendiniz güçsüz düştüğünüzde anlıyorsunuz. Sizi güçsüz görmeye görsün, sizi düşmüş görmeye görsün…

Böylelerinin yanında sahteden tökezlemek lazım, eğer gerçekten tökezleyemiyorsanız. “Bana vurun da bir devrileyim” deyin. Yani onları sınayın. Sınayın, sizin yanınıza yanaşanların kaçının gücünüze yanaştığını, kaçının sizin şahsiyetinize, kalitenize yanaştığını ancak öyle görebilirsiniz. Onun için bakıyorum, güce tapıyorlar, adını Allah koyuyorlar. Güce tapıp adını Allah koyunca Allah’a tapmış olmuyor. Yine güce tapıyor. O putperesttir, putu da güçtür. Onun için Allah kendi kartvizitine tabiri caizse, onlarca esmasından “kahhar”, “cebbar” değil, “rahman” ve “rahim”i koymuştur, rahmeti bol olduğu için.

2- Üstünlük ve övünme

Kabilecilik kültürünün sonuçlarından bir tanesi de budur. Yani “ben üstünüm!” Şeytan da öyle demişti, değil mi? “Ben ondan üstünüm!” Niye? “Halaqtenî min nârin we halaqtehû min tîn: Onu çamurdan yarattın beni ateşten (ateş çamurdan üstündür, ben ondan üstünüm!)”. Bu, materyalizmdir işte. Maddeciliktir yani. Maddesi ile övünmek. Onun için ilk kavmiyetçi, ilk ırkçı, ilk faşist şeytandır.

3- İbadeti çıkara alet etme…

Çok ilginç. Cahiliye müşriklerinde Hac bir aletti. Neyin aleti? Mekkeliler Müzdelife’ye kadar çıkarlar, Mekke’nin dışından gelenler Arafat’a kadar çıkmak zorundalar. Kendileri torpilli, Müzdelife’de dururlar. Arafat’a gerek yok. Kendileri elbiseleriyle tavaf ederler, eğer Mekke’nin dışından biri Kâbe’yi ziyarete gelecekse onlar Mekkelilerden elbise kiralamak zorundalar! Eğer kiralamazlarsa çıplak tavaf etmek zorundalar. Sektörü görüyor musunuz?

Bugünkü ‘yanmaz kefen’ satışının aslı orada elbise satışı olarak başlamıştı, yeni bir şey değil. Cahiliye müşrikleri elbise kiralama sektörü kurdular ve “mevcut elbiselerle günah işliyorsunuz” dediler. Siz günahın en büyüğünü işliyorsunuz, deseniz, ‘yok’ derler. Niye? “Biz Allah’ın dostlarıyız, Kâbe’nin dostlarıyız. Kâbe civarında oturuyoruz biz!” Kâbe’nin etrafında oturuyorsan kutsalsın, kutsaldan sana da bulaştı, sen de kutsal bulaşığına bulandın, öyle mi? Dolayısıyla ne halt karıştırırsan karıştır sana bir şey olmaz. Onun için elbiselerin de mübarektir, kirala, sat, para kazan, öyle mi? Gördüğünüz gibi dinin tezgâhlanması, Allah ile aldatma işi cahiliye müşriklerinin çok iyi becerdiği bir işti.

4- Kabir ziyareti

Kur’an’da kabir ve ziyaret kelimelerinin yan yana geçtiği bir tek âyet var. Neresi? Tekâsür sûresi. “Elhâkumu’t-tekâsüru hattâ zurtümu’l-meqâbir.” İkinci âyette geçen “zurtüm” ziyaret ettiniz, -ziyaret kelimesi Türkçeye de geçmiştir- “meqâbir” ise ‘kabirler’ demektir ki o da Türkçeye geçmiştir. “Kabirleri ziyaret ettiniz”. Kabir ziyaretinin Kur’an’da geçtiği tek âyet Tekâsür sûresinin ikinci âyetidir; orda da olumsuz ve kınayıcı olarak geçmektedir. Zira kabirleri bile kabileciliğe alet etme söz konusudur…

Eğer birisi kabir ile övünüyorsa, baba, oruç baba, gazoz baba, kiremit baba… ile övünmenin sonu gelmez. Hani Kur’an’da; “Mâ kâne Muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum we lâkin resûlallâhi ve hâteme’n-nebiyyîn: Muhammed sizin erkeklerinizden herhangi birinin babası değildir; fakat o Allah’ın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab 33:40) âyeti var ya. “Muhammed hiçbirinizin babası değildir”, senin baban, oruç baban kaç yazar… Allah diyor ki orada: “Muhammed hiçbirinizin babası değil!” Bu çok ilginç. Bunun anlam çağrışım alanı sandığınızdan çok daha geniş. Bu öyle evlatlıkla sınırlanamaz. Evlatlık bir tane, o da Zeyd. Ama o değil sadece; “Baba, sen büyüksün, Allah’ın elinden alırsın beni baba!” Böyle düşünün şimdi bu âyeti, hiç böyle bakılmadı. Zira Muhammed (aleyhisselam) Allah’ın elinden kendini de alamaz, öz kızını da. Onun için Fatıma’ya; “İşteri nefseki minAllah: Allah’ın elinden kendini amelinle satın al.” demiştir. Ama sen hâlâ ‘baba’ imalatına devam edersin!

5- Zorbalık (kabile faşizmi)

Korkunç. Gerçekten çok ilginç. Kabile faşizmine bir örnek vereyim: Hatırlı bir kabilenin reisinin oğlunu daha güçsüz bir kabileden birisi öldürmüş. Cahiliyede yaşanmış bir örnek olay. Hatırlı kabilenin reisi gelmiş, o kabileyi kuşatmış. Tüm erkekleri bıyığı yeni terlemiş çocuklar da dahil öldürmüş. Tüm kadınları esir alıp cariye olarak kendi kabilesindeki erkeklere dağıtmış, tüm develerini ve mal varlıklarını almış, tüm ev ve çadırları da yakmış. Sağ kalan kadınlara ve yaşlılara demiş ki; “Hâlâ oğlumun öcünü aldım saymıyorum!”

Kısas hükmünü ancak böyle anlarsınız. “We lekum f’l-qisâsi hayâtun yâ uli’l-elbâbi le’allekum tetteqûn: Bakın ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır: sizden (artık) sorumlu davranmanız beklenir.” (Bakara 2:179). Kısas nedir? Suça eşdeğer karşılıktır. Suça eşdeğer olmayan karşılık nasılmış, örnektekine bakın. Yani ‘suçu aşmasın verdiğiniz ceza’. Peki, affedebilir misiniz? Affedin, affederseniz daha iyi olur, âyette öyle diyor zaten: “Her kim kardeşi tarafından bir şekilde bağışlanırsa, bu bağış makul bir biçimde uygulanmalı, tazminatı da ona güzellikle ödenmelidir.” (Bakara 2:178). Ama eğer cezalandıracaksanız cezanız suçu aşmasın. Kısas budur, cezanın suçu aşmama kuralı ve yasasıdır. Zorbalık ise öyle…

6- Kin ve intikam (vahşi, empatisiz)

Empati yok, yeryüzünün en ilk ve en eski ahlaki kuralıdır empati. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma. Bitti. Ama bedevide öyle bir şey yok, kin ve intikamla doludur. Kin ve kanla doludur. Dolayısıyla bir kabilenin bir başka kabileye savaş açması için başka bir nedene ihtiyaç yoktur. “Geçmişte, üç, beş, on nesil evvel senin dedenin dedesinin dedesi benim dedemin dedesinin dedesinin kuzenini öldürmüştü ya işte onun için şu anda ben sizin kabileyi bastım, tüm erkekleri öldürdüm, kadınları esir ettim, sizin malları da yağmaladım çapul yaptım…” Bitti. Gerekçe bu, onun için bu yeterli.

7- Muhafazakârlık: atalar dini

Cahiliye müşriklerinin dini neydi? Müşriklerdi. Allah’a iman ediyorlardı. O günkü yeryüzünün en dindar toplumuydu. Çok dindarlardı. Ne kadar dindar olduklarına baksanıza: Kâbe’yi koruyorlar, Kâbe’nin yanında kurban kesiyorlar, Kâbe için savaşıyorlar, Kâbe’ye Haceru’l-Esved’i yerleştirmek için adamlar birbirlerine kılıç çekmiş, daha ne yapsınlar. Sevap avcısı bunlar. Sevap peşindeler, görüyorsunuz. Ama nedir?

Atalar dini: “Biz babalarımızı bulduğumuz yola uyarız.” diyorlardı, “Kur’an’a uyun.” denildiğinde. Kur’an da onlara diyordu ki: “Ya babalarınız akletmiyor ve yanlış yolda idiyse de mi onların yoluna uyuyacaksınız?” Evet, öyle yapıyorlardı. Atalar dini, öncekilerin yoluna uymak onlar için tek erdem olarak gözüküyordu.

Kabile kelimesinin kök anlamı ile hemen ilişki kurar mısınız burada lütfen. Kabile, önceden olanı ölçü olarak görmek. Yani korunacak şey odur. Muhafazakârlık; atalar dini…

8- Kabalık ve magandalık çok korkunç

Müddessir sûresinde de böyle bir tip çizilir. Kabalık ve magandalıkta gerçekten ilginç bir yetenekleri vardı. Bu konuda yaşadığım bir örneği anlatayım müsaadenizle.

2003 yılı olabilir, umredeyiz. Umre için Suriye üzerinden umreye gittik. O umremizde kafiledeki gençler Hira’yı temizleyelim dediler, izin aldılar. Aranızda o umrede olan arkadaşlarımız da olabilir. Ben de sevindim, memnun oldum. Çünkü çok kirletmişler, çöplük yapmışlar Hira’yı. Gençler çuvalları ellerine aldılar, koca dağı tertemiz ettiler. Aşağıda bir kamyonluk çöp yığıldı. Ve oradan geçen bir kamyonu çevirdim. Şoförle konuşuyoruz. İndi. Bir bedevi belli ki. “Şu çöpleri şehir çöplüğüne götürüp atmak için ne kadar istersin?” “Ne var bunlarda?” dedi. “Bunlardaki çöp” dedim. “Niye?” dedi, rengi attı adamın. “Parasını vereceğiz. En nezâfetu mine’l-îmân: temizlik imandandır.” dedim. Adam öyle bir sinirlendi, öyle bir sinirlendi ki; “En-nezâfetu mine’ş-şeytân: Temizlik şeytandandır.” dedi, kapısını çarptığı gibi çekti arabasını ve gitti. Çok ilginç. Bu yaptığımız, adamın kabilecilik gururuna, hamiyet-i cahiliyesine dokundu…

9- Yağma, pusu, linç ve düello kültürü

Çok ilginç. Düelloyu da Roma’dan aldıklarını düşünüyorum. Araştırmaya muhtaç bir konu, araştırmacılar üzerinde durmalı.

Yağma kültürü, tamamen çapul kültürü, kuralı yok. Eğer savaşta yenmişse her şey onundur. Her şeyi anasının ak sütü gibi helal görür kendisine.

Bedevi kültüründe çok ciddi bir pusu kültürü var. Çöl zaten pusu için elverişlidir. Onun için geceyi düşman olarak görürdü cahiliye Arab’ı. Çünkü geceden neyin çıkacağını bilmez, gecenin içinden ne çıkacağını bilmez. Onun için Kur’an’da Felak ve Nas sûrelerinde “Gecenin Rabbi” olduğu vurgulanır Allah’ın. Niye? Gece Rab’siz değil, gece sahipsiz değil. Gecenin de Rabbi var, o Rab görür, işitir, her şeyi bilir. Yani siz geceyi Rab ilan etmişsiniz, geceyi tanrı ilan etmişsiniz, Allah’tan daha fazla geceden korkuyorsunuz. Yani böyle yapmayın, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, diyor.

Yine bugüne gelmiş olan linç kültürü vardır. Bakınız işte, zina edene verilen ceza bir linç kültürüydü. Kur’an bu linç kültürünü yere serdi. Nur sûresinin 2. âyetinde bu cezayı yok saydı. Dolayısıyla linç kültürünü yüzlerine çarptı. Ama linç kültürü bitti mi? Hayır. İşte Afganistanlı Ferhunde’nin başına geleni görüyorsunuz. Bir muskacıya; “Siz muska yazıyorsunuz, Allah’ın sevmediği bir iş yapıyorsunuz.” dedi diye “Kur’an’ı yırttı” iftirasıyla o genç öğrenci kızı önce taşladılar, sonra üstünden arabayla geçtiler, sonra da yaktılar. Dolayısıyla bu linç kültürü devam ediyor. Evet, kabileciliğin sonuçları da bunlar.

  1. Kur’an’ın Devrimi

Kur’an ne devrim yaptı? Kur’an bu kabilecilik zihniyetini devirmek için şu devrimleri yaptı:

Nisa 1: “Ya eyyühe’n-nâs, itteqû rabbekumu’l-lezî halaqakum min nefsin wâhidetin.” (4:1). Yine dikkat buyurun lütfen. O kelimenin altını çiziyorum “itteqû”, Fetih sûresinin 26. âyetinde de gelmişti. Burada yine geldi. “Ey insanlık! Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” “Sizi O yarattı.” Neden yarattı? “Min nefsin wâhidetin.” Bunu müfessirler Âdem olarak yazıyorlar. Allah buraya Âdem yazmıyor. Âdem’den değil. Yani neden? “Tek hücreden.” Biz de böyle yorumluyoruz. Onlar öyle yorumluyor. Peki yorumlarımızı neye arz edeceğiz?

Geçen dersi hatırlayın. İnsanın yaratılışını insandan, devenin yaratılışını deveden, yerin yaratılışını yerden öğreneceksin, Kur’an’dan değil. Göğün yaratılışını gök bilimden, yerin yaratılışını yer bilimden öğreneceksiniz. Dolayısıyla insanın yaratılışını da insan âyetinden, biyoloji âyetinden öğreneceksiniz. Biyoloji âyetine gidersin, hangi yorum doğruysa bakarsın. Bilmem anlatabildim mi?

Evet. “We haleqa minhâ zewcehâ: Ondan da eşini yarattı.” Ben şahsen bunu çok hücreliliğe evrilmeye yoruyorum. Çünkü çok hücreli olan varlıklar tek hücreli olan varlıklardan yaratılmıştır. Bu kesindir. Tabiat Kur’an’ı bunu söylüyor. Dolayısıyla tabiat Kur’an’ı, tabiattaki âyetler bunu söylüyorsa, iş bitmiştir.

We besse minhumâ ricâlen kesiran we nisâen.” Bakın insana, burada geldi. Ama orada yok. Orada ‘nefs’ var, burada erkek ve kadın var. Erkek ve kadın âyetin sonunda geliyor. Ve onlardan da ne oldu? Erkekleri ve kadınları yaydı. “Wettequllah.” Eyvallah. Yine geldi. Bakınız kabileciliğin yerine, daha doğrusu üstünlük iddiası olan her türlü şeyin yerine takvayı nasıl geçirdi? Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.

Değer, ilke birliği

İnsanın köken birliğiydi Nisa 1. Değer, ilke birliği de Hucurât 10’da: “İnneme’l-mü’minûne ihwetun.” Şimdi “müminler kardeştir” diyeceğim, siz de ‘ha mümin, tamam mümini biliyorduk’ diyeceksiniz. Hayır, “güvenen ve güven verenler kardeştir.” Şu kavramları zihnimizdeki kalıplardan çıkarıp da içini açmadan doğru düşünmeyi beceremeyeceğiz.

Mümin kim? Neye inanır? Herkesin akidesi var. Müşrikler akide açısından daha fazlasına inanıyordu. Allah’a inanıyor bir de üstüne putuna inanıyordu. Daha fazla inanmak daha fazla mümin olmaya delil olsaydı eğer, adamlar bizden daha iyi mümindi. Ama değil işte. “İnneme’l-mü’minûne ihwetun: Güvenen ve güven verenler kardeştir.” Müminler topluluğu güven topluluğudur, güven. Adama güvenmiyorsun, hiçbir emanete riayeti yok çünkü. Paranı güvenemezsin, iç eder. Eşini güvenemezsin. İşini güvenemezsin, ver işi berbat eder, hiçbir şeyi güvenemiyorsun. Peki, bununla nasıl kardeş olacaksın, olur musun? Ortak olur musun? Ortak olmadığınla nasıl kardeş oluyorsun? Bilmiyorum, yeniden düşünmeye ihtiyaç var mı? Var.

İnneme’l-mü’minûne ihwetun fe aslihû beyne ehaweykum: Kardeşlerinizin arasını ıslah edin.” Bu kelime çok önemli. Islah. Neydi salih amel? “Ellezîne âmenû we amilu’s-sâlihât” elli altı yerde geçer. İman edenler ve salih amel işleyenler, yani güveni baş tacı edenler ve güveni zedeleyecek şeyleri de izale edenler, ıslah edenler. Evet. “Wettequllah” yine geldi, “sorumluluk bilinci”. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Yani hesap vereceğinizin bilincinde olun. “Le’allekum turhamûn: umulur ki merhamete ulaşırsınız.” Umulur ki diyor. Rabbimiz de umuyor bakın, Allah da umuyor. Onun için ‘Allah’ın umudunu kırmayın’ demiştim de bazılar çemkirmişti. Kur’an’dan haberleri yoksa ben ne yapayım?

Değerler dini: İbrahim’in muvahhid milleti

İslam ne dinidir? “Hak dinidir.” diyeceksiniz. Hayır, İslam değerler dinidir. Bakınız: “Qul innenî hedânî rabbî ilâ sırâtin mustaqîm: De ki; Rabbim beni doğru yola iletir.” Yani “beni hidayete erdirecek olan”, aslında şu demektir: Hidayet Allah’ın çizdiği yolda yürümektir. Yani eğer Müslüman olmak istiyorsan Kur’an’a rağmen olamazsın, vahye rağmen olamazsın. Hani Kur’an’sız Müslümanlık diye bir şey icat ettiler ya, yok, işte o yok, o “sırâtin müstaqîm” değil o. Başka bir yol. “Dînen qiyemen” nasıl bir din? “Sırât-i mustaqîm” nasıl bir din? Kıymetler dini, değerler dini.

Bir başka âyette Kur’an’da ne geçer, biliyor musunuz? “Ed-dînu’l-qayyim: Kıymet dini, değer dini.” Demek ki İslam değer diniymiş. O zaman şu çıkıyor; değer yoksa dinde yok. Adamın değeri yok. Değer ilke demektir. İlkeleri olan insanda değer olur. Adamın ilkeleri yok ama dini var, aslında o adam dinsizdir. Evet, Kur’an’a göre o adam dinsizdir. Zira ilkesi yok. İlkesi olmayanları nereden tanırsınız biliyor musunuz? Şartlar değiştiğinde hükümleri de değişir, oradan tanırsınız.

İlkeler ve şartlar, değişen şartlara göre değişmeyen şeylerdir. Ne değişirse değişsin. “Beni görüyor mu? Görüyorsa yapmayayım, görmüyorsa yapayım” derseniz ilkesizsiniz. Yapmamanız, ilkeli olduğunuzdan, değerinizden kaynaklanmıyor, gördüğü için yapmıyorsunuz çünkü görmüyorsa yapayım diyorsunuz. Cennet için yapmak bile bana ilkesizlik geliyor. O iyiyi, iyi olduğu için yap. O’nun için. Rabbimiz, ‘cennet yok bundan sonra, kaldırdım’ dese, şu ana kadar yapmadığınız her şeye deli danalar gibi koşacak mısınız?

Yasaklar bizim için iyiydi dostlar, o yasaklar bizim için harikaydı. Atı arpa ile baş başa bıraktın mı bir çuval arpayı yer ve çatlar. Yani tutmak iyidir. Onun için insanın güdülerini tutması iyidir. İnsanın güdülerini tutup onu insan eden değerler niye cennete bağlansın ki? İyidir zaten. Beni insan eden değerler onlar. Şunu yapma, cana kıyma, başkasının hukukunu yeme, hakkını yeme, kul hakkına girme, zulüm etme… Bunların neresi kötü? Bunları için cennet gerekir mi dostlar? Zaten cennet bunların yapıldığı yerdir. Onun için Hz. Ali bu tür dindarlığa ‘tüccarın dindarlığı’ diyor. Al gülüm ver gülüm. “Ya Rabbi sen bana cennet ver ben de bunu bunu yapmayayım.” Öyle değil. Dindarlığın en yükseği aslında “Ya Rabbi, senin benim için koyduğun sınırlar benim lehimedir, onun için yasakları yapmam.”

Din milliyetçiliğine set çeker Bakara 62 ve Maide 69: “İnnellezîne âmenû”, bakınız âyet nasıl başlıyor? “İman eden kimseler.” “Wellezîne hâdû: Yahudileşen kimseler.”, “We’s-sâbiîn: Sabiiler.”, “We’n-nasârâ: Nasraniler, Hıristiyanlar.” vesaire. “Men amene billahi: Bunlardan kim güveni hak etti ve güven verdi.”, “We’l-yewmi’l-âhiri: öldükten sonra hesap vereceğine de inandı.”, “We amile sâlihan: ve salih amel işledi, ıslah edici eylemlerde bulundu.”, “Felehum ecruhum inde rabbihim we lâ hawfun aleyhim we lâ hum yahzenûn: İşte onların ecri Rabbleri katındadır.” Kim diyor? Allah.

Bakınız; iman eden müminleri saydı, Yahudileri saydı, Hıristiyanları saydı vesaireyi de saydı. Ve Müslümanlar buna razı olmuş değil, onu söyleyeyim. Hâlâ Yahudiler gibi “cennet bizim tekelimizdedir koklatmayız!” mantığı içindeler. Eğer cennetin anahtarlarını Müslümanların eline verseydi Allah, Müslümanların Müslümanları cennete koyacağına inanıyor musunuz? Yok öyle bir şey, dur hele, öyle beleş geçiş var mı? Mezhebin ne? Önce itikatta mezhebin? İtikatta mezhep mi olur behey şaşkın! İtikatta mezhebin Kur’an ne diyorsa odur.

Kelamda mezhebin? Şii misin? Mutezili misin? Sünni misin? Sünni’yiz dedik ya, Sünni’yiz. Bitmedi, bırak da geçeyim. Yok. Maturidi misin? Eş’ari misin? Tamam, çoğunluk hangisinde? Eşarilikte. Tamam, ben de Eş’ariyim. Bitmedi. Fıkıhta mezhebin ne? Yetmez mi bu kadar beraberlik? Yok yetmez. Maliki misin? Hanefi misin? Şafii misin? Hanbeli misin? Hanefiyiz, tamam Hanefi, bırak da geçeyim. Yok, dur hele daha bitmedi. Tarikatın? Nakşiyiz. Öyle kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz? Hangi kolundan? ‘Halidi kolundan’ demeden o kabir azabından nasıl kurtulacaksın sen? Hay Allah sizi bildiği gibi yapsın, ben ne diyeyim?

Onun için Müslümanların eline cennetin anahtarını verse Allah, bunların Müslümanları cennete alacaklarını düşünüyor musunuz? Hele ki vermedi, şükürler olsun. Cennetin anahtarları Allah’ın elindedir. Onun için ters köşe olacağız ahirette, ters köşe olacağız! Burada cehenneme gönderdiğimiz adamlar bakacağız ki orada… Burada da cennetlik zannettiğimiz, kendisinden şefaat umduğumuz adamlar var ya, şeytan diye Allah önünüze çıkarmış onları! “Bakın şeytan buydu, siz niye görmediniz. Çünkü şeytan insanı hak yoldan saptırandır. Şeytan benimle insanın arasına gerilendir. Bak bu şeytandır. Bu Ebu Leheb kılıklı var ya, bu şeytandı, siz niye görmediniz?” diyecek. Diyecek ama iş işten geçecek. Din milliyetçiliği böyle bir şey… Yahudilik, Yahudileşme budur aslında.

Ne diyordu aslında? Evet, kurtulmuşluk kuruntusuna ret: Nisa 4:123. Çok önemli bu âyet. Bu âyeti defterinize yazın, ama lütfen zihninize yazın (zira bu dersin berceste âyeti budur): “Leyse bi emâniyyikum we lâ emâniyyi ehli’l-kitâb: Kurtuluş ne sizin kuruntunuza göre olacak ne de kitap ehlinin kuruntusuna göre olacak!”, “Men ya’mel sûen yucze bih: Kim kötülük yaparsa karşılığını görür.” Bitti. Kim? Siz, öteki, torpil yok öyle! “We lâ yecid lehû min dûnillahi weliyyen we lâ nasîra!” Yetti mi, ey şefaatçi putlar dizenler! Kulaklarınız çınlasın! “Allah’tan başka hiçbir evliya/ veli ya da yardımcı bulamayacak!” Evet, kabileciliklere Kur’an’ın cevabı budur aslında.

Cennet garantili değil eleştiri garantili dindir İslam. “İhdina’s-sırâta’l-mustaqîm”, her namazın her rekâtında “bizi dosdoğru yola yönelt” diyoruz. Niye, namaz kılıyorsun? Müslümansın, iman etmişsin, ahirete iman etmişsin, ibadet ediyorsun. Doğru yolda değil misin ki? Şüpheden misin ki? Hâlâ diyorsun ki; “beni dosdoğru yola yönelt, bizi dosdoğru yola yönelt.” Evet, garanti cebinde değil. Doğru yol garantisini cebinde bilme! Eğer böyle biliyorsan bir papaz sana endüljans, cennet belgesi vermiş! Onun için sen Allah yolunda değilsin, papazın yolundasın. Garanti yok. “İhdina’s-sırâta’l-mustaqîm”e iman ediyorsan, garanti belgen cebinde değil. “Biz kurtulduk” yok. Kurtulduğunu söyleyen her yapı aslında Allah nezdinde dalalettedir, sapıtmıştır. Zira bu âyetler bunun göstergesidir.

Üstünlüğün tek ölçüsü var: Hucurût sûresinin 13. âyeti: “Yâ eyyuhe’n-nâsu innâ halaqnâkum min zekerin we unsâ: Siz ey insanlık! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.”, “We ce’alnâkum şu’ûben we qabâile li te’ârafû: Ve sizi şube şube, kabile kabile kıldık. Niçin? Savaşasınız diye değil, tanışasınız diye.”, “İnne ekramekum indallâhi etqâkum: Allah katında en üstününüz, sorumluluk şuuruna sahip olanınızdır.” Bitti.

İşte bu âyet yeryüzündeki yedi küsur milyar insanın tamamının ahlak ölçüsü olduğu gün, yeryüzü cennete dönüşür. Buna kim itiraz edebilir? Sorumluluk şuuru üstünlük ölçüsüdür. Ne şu ırktan, ne şu ne bu milletten, ne bu kültürden, ne şu medeniyetten, ne erkek ne dişi, ne siyah ne beyaz, ne fakir ne zengin, ne yöneten ne yönetilen, ne işçi ne patron, ne memur ne amir, hiçbir şey olmanız sizin üstün olmanızın delili veya aşağı olmanızın delili değildir… Bir tek üstünlük ölçüsü var, o da sorumluluk şuuruna sahip olmanızdır. Ne dersiniz buna?

Kur’an öyle bir evrensel ilke koymuş ki vallahi vicdanını yememiş olan herkes bu ilkeye ‘evet’ der. Sorumluluk bilinci… Evet, hatırlıyorsunuz değil mi Sa’sa’a bin Naciye’yi? “Ya Resûlallah, cahiliyede müşrikken 360 kız çocuğunu, her biri için hamile iki deve verip kurtardım” diyor. “Benim için müşrik iken yaptığım o amellerin bir karşılığı var mı?” Allah Resûlü; “İşte şu anda imanın kapısına ondan dolayı geldin.” diyor. “Yani sorumluluk bilincin seni getirdi bu noktaya.”

Liyakat ölçüsü: Nisa 58: “İnnallahe ye’murukum en tueddu’l-emânâti ilâ ehliha.” Buyurunuz, ehliyet ve liyakat ölçüsünü koydu. Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder, kabileye değil. Soruyorsun; “Bu zatın bu makama atanmasındaki özellik nedir?” Diyor ki; “Falanca muktedirin hemşerisi de ondan. Hee… diyorsun. Hee… 1400 yıl evveline gidiveriyorsun. Cahiliyeye gidiveriyorsun. Cahiliye müşriklerinin kabileciliğini hatırlayıveriyorsun ve diyorsun ki hiçbir şey değişmemiş, hiçbir şey!

Ehliyet ve liyakat. “Ebu Talha nerede?”, “Ya Resûlullah yok.”, “Çağırın gelsin.” Müşrik bir aile, müşrik bir şahıs. Mekke fethedilmiş, o hâlâ müşrik. Ebu Talha geliyor. Ne diyecek acaba, diye. Çünkü müşrik hâlâ. Boynumu mu kestirecek, geçmişte işlediğim zulümlerin acısını mı çıkaracak?… “Ey Ebu Talha, Kâbe’nin anahtarını al, bunun hakkını siz bugüne kadar iyi verdiniz.” Zira zemzem kuyusundakiler bile çalınmışken, Kâbe’nin içine hırsız girememişti, adamlar iyi korumuşlar. Korumuşlar, yani işlerini iyi yapmışlar. Layık olan, ehil olan o. Müşrik ama ehil.

Mekke’den Medine’ye hicret ederken Allah Resûlü’nün başına yüz deve ödül konmuştu. Hicret kafilesine stratejik bir yol göstermesi için rehber olarak seçtiği kişi müşrik ama ehil ve güvenilir bir insandı; Abdullah bin Uraykıt. Nasıl bir şey bu? Bugün ne kaldı bunlardan? Ey liyakat ve ehliyet yerine hemşericiliği, bizdenliği, tarikatını, cemaatini, partisini, mezhebini koyanlar, siz kimin sünnetini takip ediyorsunuz?

Ceza suçtan ağır olmaz ilkesi: Bakara sûresi 194: Yukarıda söyledim onu.

Kabilecilik; pişman etmek, katliam, soykırım demekti… Gerçekten de katliam demekti. Aynı zamanda övgü problemine bir çözüm. Kur’an’ın yaptığı devrimlerden biri bu. “Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn.” Neden? Övgü problemi insanlığın en kadim problemidir. Çünkü yererek yoldan çıkmaz insan, överek yoldan çıkar. Bu övgü problemine neden olan şey yaptığı ile övmek değil, yapmadığı ile övmektir. Olmadığı şeylerle övmek. ‘Sen dünyanın en güzel, en iyi insanısın…’ Oysa o dünyanın en iyi insanı değil, bunu sen de biliyorsun… Ama niye böyle konuşuyorsun? Bununla ona kötülük yapıyorsun. Çünkü onu yoldan çıkaracaksın. Onun şeytanı olmaya mı adaysın? Yapma böyle. İşte bu problemi dile getirmek için Kur’an’ın ilk sûresinin ilk âyeti övgü problemi ile başladı. Överek yoldan çıkaran şeytanlar olmayın, övgülerin tamamı “Allah’a mahsustur” dedi.

Çok ilginçtir. El-Îcî’nin el-Mewâqif adlı bir eseri var. Osmanlı medreselerinde okutulan bir kelam eseriydi. Onun girişinde zamanın yöneticisine el-Îcî’nin döşendiği bir methiye var. Allah’ı bir kelimeyle övmüş, sultanı otuz kelimeyle! Baş edemiyorsun okumakla. Bu nedir böyle? O sultanı kim tutar ondan sonra? Adamı yoldan çıkardın, haberin var mı? Adamı yoldan çıkardın, adamın şeytanı oldun haberin var mı? Onun için bir insanı, özellikle önde olan, yönetici olan, elinde güç ve iktidar olan, elinde servet olan insanları överken Allah için ona ikram edin, ona zulmetmeyin, onu onda olmayan şeylerle övmek ona zulmetmektir.

Tekâsür laneti. “Elhâkumu’t-tekâsüru hattâ zurtümu’l-meqâbir: Çoğaltma tutkusu sizi oyalayıp durdu, tâ ki siz mezarlıklara varıncaya dek.” Benî Cezîme olayını aslında anlatmama gerek var mı bilmiyorum? Allah Resûlu’nün; “Ben Halid’in yaptığından beriyim.” diye ağlayarak “Yarabbi beni affet, ben Halid’in yaptığından beriyim.” diyerek Halid bin Velid’in yüzüne bakmadığı olaydır, ayrıntısını öğrenmek isteyenler yine benim videolarımda var, youtube’dan bakabilir.

  1. Kur’an’a Karşı Devrim

Evet, Kuran’a karşı devrim yapıldı. Kur’an bu devrimi yaptı. Peki ondan sonra ne oldu? Kur’an’a karşı devrim yapıldı. Sakife ve imamlar meselesinde devrim yapıldı. “İmamlar Kureyş’tendir.” diye bir hadis var, biliyor musunuz? Hem de Buhari’de. Sahihmiş güya. Allah Resûlü böyle bir söz söyler mi? Yani şimdi onu Elçi seçen Allah’ın kitabında “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder.” diye bir âyet yazılı olacak, ondan sonra da Allah Resûlü’ne siz; “İmamlar bizim kabiledendir.” Dedireceksiniz! Olmadığını zaten Allah razı olsun Mehmet Sait Hatipoğlu Hoca yaptığı bir çalışmayla ortaya koydu ve müstakil eser olarak yayınladı. Ama ilginçtir bu Sakife günü, Peygamberimizin vefat ettiği gün Evs ve Hazrec ile yani Ensar ve muhacirlerin arasındaki o mücadele “lider kimden olsun?” tartışması sırasında kullanılan bir argümandı. Ondan sonra arkası geldi:

Cemel. Bu bir karşı devrimdi aslında. On bin sahabi birbirini öldürdü. Sıffin zayiatı nedir biliyor musunuz? Yetmiş bin! Tarihlerin verdiği rakam budur. Hârre’yi duydunuz mu? Devlet İslam devleti. Devletin başındaki adam namazları da kıldıran Yezit. Babası güya sahabi. Yezid’in İslam Devleti’nin ordusu Medine’ye girdi. Üç gün Medine’yi yağmalama ve Medine’de istediğini yapma, sadece yağmalama değil kadınlara kötülük yapma izni de verildi! Ve bundan sonra Medine’de çoğu sahabe kızı ya da sahabe torunu olan bu insanlardan binden fazla kadın hamile kaldı ve babası belirsiz çocuklar doğdu. Böylece evlâd-ı Hârre meselesi tarihte önemli bir problem olarak yer aldı.

Hadi buyurun. İşte bizim hikâyemiz, öyle saf, öyle temiz! “Altın çağ” efsaneleriyle efsunlanmak uyuşturuyor ama bilinç vermiyor!

Kerbela. Yetmiş iki insan. Bunların aralarında birkaç aylık çocuk dahi var. Hz. Hüseyin küçük çocuğu bebek Ali, Ali Asğar gibi. Kadınlar var aralarında. Eli kılıç tutacak sadece bir düzine insan ve karşılarında dört bin kişilik bir ordu var! Yetmiş iki kişinin yarısından fazlası kadın ve çocuk. Karşıda dört bin, bir rivayette altı bin asker! Başlarında kim var? Sa’d bin Ebî Vakkas’ın oğlu Ömer! Hüseyin, aile efradına burada namaz kıldırıyor. Onu öldürmek için gönderilen Sa’d bin Ebî Vakkas’ın oğlu da ona uyarak namaza duruyor.

Nasıl bir şey bu? Vicdan yırtılırsa, insan iman şizofreni olursa böyle olur. Bu bir şizofreni, bu bir ahlak şizofrenisi. Evet, böyle öldürülüyor, yandan ırmak akıyor ama susuz bırakıyorlar, ondan sonra kellesi kesiliyor, ondan sonra bedeni çırılçıplak soyuluyor ve başı alınıp Şam’a getiriliyor! Nasıl bir şey bu? Savaşın, öldürmenin bile bir edebi, bir sınırı yok mudur? Kabileciliği orada görüyorsunuz. “Wefâtu’l-Wefayât”da geçer, Âlûsî de zikretmiş bunu. Hüseyin’in başı önüne getirildiğinde Yezit, elindeki sopayı dudaklarına vurarak cahiliyeyi ait eski bir şiiri okuyor. Şiir şunu söylüyor: “Ben ondan öcümü aldım!” Ondan dediği Allah Resûlü, evet! Yani Allah Resûlü’nden öç alıyor! Veya Hz. Ali’den. Nihayetinde Hz. Ali’nin öldürdüğü o aileden biriydi. Bedir’de oldu bu olay. Fakat neyin öcü bu? Neyin kini bu?

Evet, gördüğünüz gibi Emevi Arapçılığı karşı devrim, Arube. Öyle bir fıkıh geliyor ki arkasından, Arapça Allah’ın dilidir. Arapça cennetin dilidir. Yapmayın! Allah’ın dili mi var? Allah ‘elif be’ ile konuşur mu? Alfa beta ile konuşur mu? Abc ile konuşur mu? “Mâ kâne li beşerin en yukellimehullâh: Allah’ın bir beşerle öyle insan dili ile karşılıklı senli benli konuşması olacak bir şey değildir.” (Şûrâ 51) diyen Kur’an değil mi? Kur’an’ı bilmediler ki, Kur’an’la ilgilenmediler ki, Kur’an’ı sadece seslendirdiler. Onun için problem orada. Biliyorlar zannetmeyin, o koca koca adamların Kuran’ı bildiğini zannetmeyin…

Bir kabilecilik olarak Şiilik: Şiilik bir kabilecilik olarak başladı. Benî Hâşim soyu… Evet zaten “şii” taraftar demektir, Kur’an’da da geçer. Allah’ın yasakladığı bir şey olarak geçer. Şialar olarak tefrikaya düşmeyin, şialaşmayın, dediği halde bu bir isim haline geldi. Allah’ın yasakladığı bir şey Müslüman mezheplerinden birinin ismi oldu. Ona karşı kabilecilik olarak çıktı Sünnilik. Sünnilik de karşı kabileciliktir. Şimdi Sünnilik kabileciliğinin Resûlullah ile bir alakası olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Bakın bakalım. Allah Resûlü’nün sünnetindeki namazla bugün kendini Sünni olarak zikreden kimselerin kıldığı namaz arasında bir benzerlik var mı? Bakın bakalım. Bakın kimin sünnetini icra ediyorlar? Kimin sünneti bu? Cenaze törenlerine bakın, mevlit törenlerine bakın, camilere bakın… Allah Resûlü’nün mescidiyle bugünkü camiler arasında bir farklılık sayın demiyorum, bir benzerlik bulacak mısınız? Biliyor musunuz Allah Resûlü’nün mescidi nasıldı? Bu kimin Sünniliği, bu kimin sünneti?

Şimdi düşünün “galip gelen haklıdır” diyen bir siyasi fıkıh uyduracaksınız! Galip olan haklıdır, galebe kuralı! Bunu da kural haline getireceksiniz ve bunun adına Sünnilik diyeceksiniz. Bugün Sünni siyaset teorisinin temeli budur; “Galip gelen haklıdır. Hak galibindir.” Peki, zülüm nedir o zaman? Zulmün tarifi nedir?

Evet, mezhep faşizminin kurbanları tarih boyunca sürüyor. Bugün de sürüyor. Mezhep faşizminin kurbanlarını görmüyor musunuz? Bağdat’a gitmiştim bir davet vesilesiyle… Bağdat’ta anlattılar. Öğlene kadar Ali isminde olanları vuruyorlarmış, öğleden sonra da Ömer isminde olanları vuruyorlarmış. Hani Türkiye’de 12 Eylül’den önce bazı silahlar yakalanmıştı, aynı silah öğlene kadar sağcıları vurmuş, akşama kadar da solcuları vurmuş. Aynı durum bizde de kabilecilik olarak devam ediyor, öyle değil mi?

Aslında laik-İslamcı çatışması bir kabilecilik çatışması değil miydi? Sünni-Alevi çatışmasına getirmek istediler, bu da bir kabilecilik çatışması olmayacak mıydı? Sağcı-solcu çatışması böyle bir kabilecilik çatışması değil miydi? Ve bundan sonra yaşayacağımız çatışmalar da aslında bir kabile çatışmasıdır. Mantık kabile mantığıdır. “Ya bendensin ya toprağın”, “seni sevmeyen ölsün”, “bizden olan Müslümandır, bizden olmayan patates dinindendir!” Al sana kabilecilik! Dolayısıyla kabilecilik sürüyor, bitmedi.

Sen niye ölçüsün? Allah yetkisini sana mı devretti de biz bilmiyoruz? Cennetin anahtarlarını elinde taşıyorsun da biz mi bilmiyoruz? Hak ve hakikatin ölçüsü sen misin de biz bilmiyoruz? Neden sensin? Hâşâ sen Allah mısın? İnsanların alınlarına sen mi damga vuruyorsun? Ahiret gününün meliki de sen oluverdin! Neden böyle? “Maliki yewmiddîn” diye biz âyet okuyorduk Fatiha’da, “din gününün, hesap gününün tek maliki Allah’tır” diye, ama bakıyoruz ki sen de varmışsın! Bir sürü de yardımcı bulmuşsun, bir sürü torpil çıkarmışsın, adını da evliya koymuşsun!… Görüyorsunuz değil mi? Kabilecilik sürüyor… Şefaat anlayışı aslında kabile şeflerine verilmiş bir rüşvet olarak duruyor orta yerde.

  1. Mevcut Durum

Modern kabilecilik biçimleri:

Irkçılık, mezhepçilik, dincilik, ulusçuluk, ideolojik bağnazlık. Her türlü ideoloji; bu ideolojilere sadece marksizm, kapitalizm, liberalizm, sosyalizm girmiyor İslamcılık da giriyor. İslamcılık adı altında da kabilecilik yapanları görüyorum. Onun için kabilecilik başkasına haram da bize helal değil.

Evet, ekrana yansıyan fotoğraflarda ne görüyorsunuz?

1940-1944, 2. Dünya Savaşı, Ukrayna. Gördüğünüz gibi çırılçıplak cesetler… Peki taraflar kim? İkisi de Hıristiyanlar. Hıristiyan’ın Hıristiyan’a ettiği zulüm… Bir tarafı Ortodoks Hıristiyan, öbür taraf Katolik ve Protestan karışık. Dolayısıyla ne sayarsanız sayın.

Burada ne görüyorsunuz? 1945, Nordhausen Kampı, Hitler Katliamı. Almanya. Modern bir kabilecilikten başka nedir gördüğünüz dostlar? Nedir burada gördüğünüz? Evet, insanın insana ettiğidir bu. İnsan olarak bakın lütfen. Kurbanı ırkıyla, milliyetiyle, katili de milleti ile değerlendirmeyin. Çünkü buna benzer sahneler bizde de yaşandı. Onun için hiç kimse kendisini temize çıkarmasın.

Bu da Auschwitz Kampı, Polonya. Karakola yaklaşık 40-50 dakika mesafede Auschwitz Kampı var. Bir milyon iki yüz bin insanın öldürüldüğü yer! Bunları görüyorsunuz değil mi? Öldürülenlerin ayakkabıları.

1988 Halepçe. Görüyorsunuz değil mi? Kimyasal silahla öldürüldü bu insanlar. Irak Kürdistanı burası ve bu insanların katili de dindaşları. Saddam rejiminin katlettiği insanlar. Mesele rejim değil mesele kabilecilikler.

1995, Srebrenitsa. Sekiz bin küsur insan katledildi. Bir katliamdı, soykırım gibi bir katliam. Srebrenitsa’da aynı soydan olan insanlar, aynı ırktan, aynı köken olarak ama biri Müslüman diğeri Sırp, Ortodoks Hıristiyan. Fakat insan kabilecilik ile hareket edince böyle oluyor.

Peki, onun üstüne buna ne dersiniz? Dini ayrı değil, ırkı ayrı değil, vatanı ayrı değil, mezhebi ayrı değil, aynı din, aynı vatan, aynı mezhep, aynı ırk aynı… Sudan rejiminin kendi parçası olan Darfur’da işlediği katliamın çok küçük bir bölümü bu. Çok küçük bir bölümü. 2003. Geçince unutuluyor da onun için.

Gazze, 2008. “Bieyyi zenbin qutilet?: Hangi suçtan dolayı öldürüldüler?” (Tekvir 81:9). Hangi suçundan dolayı öldürüldü? Bu çocukları ve bunlar gibi binlerce, on binlercesinin katili İsrail. Bakın aynı coğrafyadalar. Kabileciliğin bir başka türü bu.

Doğu Guta, Suriye, 2013. Evet bu da Esed’in kabileciliği. Bebek yüzlü katilin kabileciliği. Bu da böyle. İşid’in kabileciliği de dinin kabileciliği.

Burası Arakan, 2014. Bakınız! Gördüğünüz gibi… Aslında köken olarak aynı ırktan bu insanlar. Fakat Budistlerin Müslümanlara uyguladığı kabilecilik. Budizm ki bırak insanı, fareye bile öte git demenin günah sayıldığı bir din. Demek ki kabilecilik böyle bir şey.

2018, Yemen. Evet, söz bitti. Benim sözüm yok. Yemen, hepsi çocuk bunların. Bir tarafta Sünni Arabistan öbür tarafta Şii İran ve ikisinin arasına sıkışmış Yemen. Mezhebin nasıl kabileciliğe dönüştüğünü görüyorsunuz değil mi? Nasıl bir vicdansızlığa, vahşete dönüştüğünü görüyorsunuz değil mi? Onun için kabilecilikler bitmedi.

Gösterdiğim bütün bu fotoğraflar Doğu’da, Batı’da Asya’da, Afrika’da Avrupa’da, Amerika’da, gösterdiğim bütün bu vahşet fotoğrafları aslında kabileciliğin fotoğraflarıdır. Modern kabileciliğin. Bu kabilecilikleri bazen din adı altında, bazen ırk adı altında, bazen ulus, bazen medeniyet, bazen kültür, bazen mezhep, bazen mektep, bazen grup, bazen cemaat, bazen tarikat adı altında, fark etmiyor. Ama hepsi kabilecilik.

Kabileciliklerimize hep tumturaklı gerekçeler buluyoruz. Biliyor musunuz? Vicdanımızdan azalıyor. Her gerekçe vicdanımızdan azaltıyor. Cinayete bulduğumuz her gerekçe aslında vicdanımızdan azalan şeydir. Biz azalıyoruz. Merhametimiz azalıyor. İnsanlığımız azalıyor ve iyiliği azaltıyoruz farkında mısınız? İman azalıyor aslında güven azalıyor. Ölen insan değil, ölen güvendir. İnsanın insana güveni ölüyor. İmanı öldürüyoruz. Her masumla ölen, her masumla kaybolan masumiyet değildir sadece, aynı zamanda insanın insana güvenidir.

Üzerini örttüğümüz her şeyin mutlaka altında kalırız. Halının altına süpürüyoruz. Halının altına süpürdüğümüz her pislik orada haşerata dönüşüp gelip bizi yiyor, bizi mahvediyor. Zulmümüz, akılsızlığımız, ahlaksızlığımız, adaletsizliğimiz, yaralarımız, kalitesizliğimiz, evet hepsini halının altına süpürüyoruz!

Sonsöz

“Zulüm bizdense ben bizden değilim.” (Rachel Corrie).

“Zulüm bizdense vardır bir hikmeti!” (Çomar).

Uydurulmuş din nasıl bir şeydir dostlar?

(Video: -Evet, kuşak zaten bayağı kırk beş metrelik bir şey. Ben çok fazla rüyamda peygamberi, Allah’ı ve Kâbe’yi görürüm. Bir gün odaya bir geldim, aa ne güzel! Kâbe örtüsü var. -A ne güzel -A ne kadar enteresan -Yani çok görüyorum. Yani daha bir hafta önce Kâbe’yi gördüm.) Sunucunun ağzına bakar mısınız? (Peygamberi çok görüyorum. Bir de Allah’ı çok görüyorum, odaya girdim, üniversitedeki ofisime -Allah’ı falan görürüm, yanlış anlaşılacak, yani öyle bir hissiyat. -Ne kadar mübarek bir insansınız! -Çok uğraşıyoruz ya, belki de… Odaya bir geldim, üniversitedeki odaya, Kâbe örtüsünün parçası var, o da masaya bırakılmış. Herhalde birisi hacca gitti, oradan hediye getirdiler -Çok güzel bir hediye…)

Bu arkadaş Türkiye’de bir üniversitede doçentmiş, arkadaşın kimliğiyle hiç alakam yok, hiç ilgilenmiyorum. Çünkü bu bir özel isim değil bu bir cins isim. Tarih boyunca Allah’ı gören, Allah’la görüşen, Allah’la konuşan, Allah’tan haber getiren bir sürü -peygamberler hariç tabii ki- şarlatan var, sahte peygamber var. Bu anlamda ‘ben Allah’ı gördüm’ diyor, o yanındaki de diyor ki; siz ne mübarek insansınız. Aslında Ebu Lehep’ten kıyafetler gelseydi kapının önünden itibaren efendi hazretleri diye eli öpülmeye başlanırdı. Süreç nerede başlıyor biliyor musun?

Süreç Kur’an’sız bir Müslümanlığı bu ümmetin başına bela etmede başlıyor. Hz. Musa diyor ki; “Ya Rabbi, seni göreyim, göster bana kendini.” Allah’tan vahiy geliyor: “Len terâni: Beni asla göremezsin!” ‘Len’ edatı Arap dilinde te’bîd yani ebedilik ifade eder, ebediyen göremezsin. Arap dilinin bu kuralını dahi mezhep kaygısıyla tahrif ediyorlar. Mesela “len” dünyada ebedîlik ifade eder de ahirette etmez diyorlar. Ondan sonra onu da kaldırıyorlar. Çünkü Ahmet bin Hanbel Allah’ı şu kadar kez gördü, diyorlar. Uyduracaklar!

Evet, “Len yenâlallâhe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ” (Hacc 22:37). “Len” madem dünyada geçerli, ahirette te’bid ifade etmiyor, ahireti kapsamıyor şöyle mi anlayacağız bu âyeti: “Kurbanlarınızın ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır, Allah’a ulaşan sadece takvanız yani sorumluluk şuurunuzdur. Ama ahirette kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah’a ulaşacak.” öyle mi? Böyle mi anlayacağız? Görüyorsunuz değil mi?

Âyette ebediyyen göremezsin, diyor. Allah mutlaktır ve sonsuzdur. Mutlak ve sonsuz olan Allah’ı mukayyet ve sonlu olan insan hiçbir âlemde göremez. Bunu itiraf etmek çok mu zordu? İşte bakın geldiğimiz noktaya, geldiğimiz nokta budur. Bu, hepimizin vergisi ile işleyen bir kanal. Elektrik faturalarınıza bakın, orada görürsünüz kesintiyi.

Bu resimdekiler benim kahramanlarım. (-Bugün yılın son günü, fakat sizce ne ifade ediyor -Bugün benim doğum günüm -Nasıl bir doğum günü planladınız kendiniz için? -Arkadaki çuvalı doldurursam bugün benim doğum günüm. -2016’da ne bekliyorsun? -Vallahi gene kâğıt toplayacağım. -Doğum günü şarkısı çaldı, çayımızı kahvemizi içtik, hediyeler getirmişlerdi, ondan sonra bana elbise getirmişlerdi, kurabiye getirmişler, mp3 getirmişlerdi, hayatımda ilk kez doğum günümü kutladım. Tüm mirasım bu işte üstümdeki elbise, el arabam da dışarıda, her şeyim o).

Eğer çuval dolarsa bugün benim doğum günüm… Benim kahramanlarım bunlar. Salih amel işleyenler…

Ders takipçilerinin dikkatine: Bu sunum not alacaklar için ekranda dönecektir. Not alamayan, almak isteyen, notu yarım kalan arkadaşlarımız, notlarını tamamlayabilirler. Bugünlük de bu kadar efendim. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Sağlıcakla kalın akleden kalbinize afiyet olsun, hikmet olsun, hayırlı günler diliyorum.

Yorum Yaz