Siretü’l Kur’an-8. Ders- “Araplar, Kureyş Kabilesi ve Haşimiler”

Siretü’l Kur’an 8. ders –Araplar, Kureyş Kabilesi ve Haşimiler– 20.01.2019

Hepinizi selamların en güzeliyle selamlıyorum. Esselamu aleykum, sabahul hayr, sabah bi hayr, roj baş, parului, good morning, guten morgen, hutın morgun, bonjur, bonjorno, doproyito, cindobre, selamet pagi, ohayo gozamas, zaoen, xaberi… Dünyanın neresinde insanlar birbirlerini nasıl selamlıyorlarsa, nasıl günaydın diyorlarsa; keşke elimden gelse hepsinı kendi dillerinde selamlasam, günaydın desem. Ben de sizleri öyle selamlıyor, öyle hayırlı günler diliyorum.

Zira selam İslam, İslam’ın parolasıdır. İslam, silmdir. Silm kökünden türetilmiştir. Silm barıştır. Müslüman barış elçisidir. Müslüman olmak barışın büyükelçisi olmaktır. Zira İslam Allah’ın küresel barış projesidir. İnsanın insanla barışı, insanın kendisiyle barışı, insanın toprakla, insanın suyla, insanın havayla, insanın yerle-gökle, insanın kâinatla ama en çok da insanın yaratıcıyla barışı.

Dolayısıyla İslam barış projesiyken, İslam’ı bir savaş projesine dönüştüren insanların kendilerine Müslüman demeleri bir problemdir. Bu problem nereden kaynaklanıyor deyince, en az iki tane İslam olduğunu görüyoruz. Bir Allah’ın kitabıyla indirdiği İslam. Bir de insanların kültürlerini; Arab’ın kültürünü, Fars’ın kültürünü, Türk’ün kültürünü dinin içine boca edip İslam diye tanıttığı, uydurulmuş din. Bu ikisi birbirinden ayrılmadan asla ve asla İslam’ın anlından bu leke temizlenmeyecek. Bu ikisini yani İslam kültürüyle Allah’ın indirdiği İslam birbirinden ayrılmadan, kültürle din aynı kefeye konulduğu sürece, kültürü din, dini kültür olarak görmeye devam edecek birileri… Âdet ibadetleşecek, ibadet âdetleşecek…

Din kültür olursa kültür din olur, kültür din olursa din kültür olur. Kültür insan yapımı, din ise sahibi Allah olan bir kul. Onun için insan yapımı olan kültürü din ilan etmek, insanı Allah ilan etmektir ve bu şirktir. Bu anlamda Siretü’l-Kur’an dersleri, işte bu ayrımı iyice öğretmek için, bu ayrıma vurgu yapmak için ve bu ayrım yapılmazsa nasıl zararlar olacağını göstermek için işlenen bir ders. Siretü’l-Kur’an yani Kur’an’ın hayat yolculuğu… Bugün sekizinci dersimizdeyiz hamd olsun. Sekiz ders, yaklaşık dört ay eder. Siretü’l-Kur’an derslerinin etkisini anlamak istiyorsanız vurduğu yerden çıkan sese bakın. O zaman anlarsınız.

Bu dersler başlayınca gürültü çıkacağını biliyordum ama bu kadar çıkacağını tahmin etmemiştim. Organize gürültü çıkıyor. Gerçekten organize… Yani şerde, günahta ve isyanda dayanışma içindeler. Biz Ebu Cehil’e vuruyoruz sesi torunlarından geliyor. Çok ilginç mi? Bence ilginç değil, gayet doğal. Organize çalışıyorlar. Karargâhlar kurmuşlar. Oraya bazıları onlarca, bazıları yüzlerce adam oturtmuşlar. Para veriyorlar, çomar çalıştırıyorlar, trol çalıştırıyorlar. Bunların hepsinin ortak yanı şu; sürü istiyorlar, sürüyü seviyorlar. Zira çoban olmak istiyorlar, gütmek istiyorlar.

Geçen derste de söyledim, Kur’an Allah Resulü’ne; “lâ teqûlû râi’nâ: çobanımız demeyindiye açıkça uyarmış. Çobanımız! Çünkü “râ’i” çoban anlamına geliyor. “We qûlû’n-zurnâ: bize bak, bizi gözet deyin.” ama ‘bize çoban ol demeyin’ diyor Kur’an. Niye? Zira ‘siz koyun olmayın’ diyordu müminlere. Mümin koyun değil, mümin sürü değil, mümin karga değil, siz leş kargası olmayın eğer olacaksanız kartal olun. Onun için peygamber çobanınız değil, siz de sürü değilsiniz.

Ama nasıl oldu da Kur’an “siz çoban ve sürü olmayın” derken Peygamber’in ağzına uydurduğunuz lafı koyup; “hepimiz çobanız, güttüğümüz sürüden mesulüz” dedirtiniz. ‘Kur’an’la savaş’ diye sipariş verseniz, ‘Kur’an’a karşı meydan oku’ diye bir sipariş verseniz, ancak böyle olur!… Onun için Siretü’l-Kur’an iyi gidiyor hamd olsun. İnşallah daha güzel olacak. Çok daha güzel dersler işleyeceğiz burada; hakikati paylaşacağız, uyanacağız ve uyandıracağız, sürü olmayacağız, çoban da olmayacağız. Zira özgürlük Allah’ın bize sunduğu en büyük lütuf.

Özgürlüğümüzü satmayacağız, aklımızı kiraya vermeyeceğiz, irademize ipotek koydurmayacağız, vicdanımızın üstünü küfür perdesiyle örttürmeyeceğiz, imanımızı şirk virüsüyle yıkmayacağız. Onun için bu dersler Kur’an’ın hayat yürüyüşü dersleri. Bunun için var ve yolcu yolunda gerek. Kervan yola çıkmışsa gelen sesler gürültü olmaktan öte bir şeyi ifade etmezler. Dediğim gibi organize gürültü çıkarılıyor, aynen ataları gibiler; onlar da diyorlardı ki; “gürültü yapın, onun okuduğu Kur’an anlaşılmasın”. Fakat gürültüye rağmen hala hakikat yaşıyor.

Hakikatin sesi her sesin üstündedir ve biz de sopayı yediği gün, ağzı burnu dağıldığı gün Abdullah İbn Mesud’un -cahiliyenin müşrikleri tarafından Kur’an okudu diye ağzının burnunun dağıtıldığı gün- söylediği sözü söylüyoruz: “Ben hiç müşrikleri o günkü kadar aciz görmedim.” Acziyet söze karşı, fikre karşı, fikirle karşı koyamamak. Acziyet, düşünceye karşı düşünceyle karşı koyamayıp; tehditle, tekfirle, yıldırmayla, algı operasyonuyla, iftirayla, yalanla dolanla karşı koymaya çalışmaktır. Onun için düşünce kazanacaktır. Hakikat kazanacaktır.

Değerli kardeşlerim, bugün sekizinci dersimizde Araplar, Kureyş kabilesi ve Hâşimiler konusu, konu başlığımız.

I. ARAPLAR

Önce birinci alt başlığımız: Araplar. Araplar deyince akla bir ırk geliyor: Arap. Türk deyince bir başka ırk geliyor. Dolayısıyla Fars deyince bir başka ırk geliyor.

Irklar ve ırkların oluşumuna dair

Irklar bir vakıa, bir olgu… Fakat ırkların ortaya çıkışı ırkçılar tarafından biyolojik, tanrısal bir şeymiş gibi sunuluyor. Hayır! Tüm bilimsel veriler bugüne kadar şunu gösterdi; ırklar biyolojik olgu değildir. Ve dünyada saf bir ırk yoktur. Irklar kültürel bir oluşumdur. Bir kültürün etrafında bir araya gelmişlerdir. Bazen ırkları birbiriyle savaşan daha alt gruplar, kabileler, kavimler oluşturur. Yani adamlar birbirine düşman olmuşlar, aşk nefretle başlamış, ilerde bu bir ırka dönüşmüş.

Ama ırkların ortak bir değeri varsa eğer… “Yani neyle tanımlayalım? Kültürle mi tanımlayalım? Tarihle mi tanımlayalım? Coğrafyayla mı tanımlayalım? Dille mi tanımlayalım?” diye bir soru sorulacak olursa; bendeniz ırkların dille tanımlanacağını kabul eden ekolü kabul ediyorum, doğru buluyorum. Irklar dille tanımlanır. Araplar da Arapça konuşan âbâ-ecdat… Babadan, atadan, dededen Arap dilini konuşan kavimlerin toplamına verilen bir isim, Arap. Aslında bu ismin taa ilk kaynaklardan itibaren anıldığını görüyoruz. Asur kaynaklarında görüyoruz bu ismi. Eski Yunan’da görüyoruz bu ismi. Hatta eski Mısır kaynaklarında “Arabu” şeklinde görüyoruz bu ismi. Onun için bu isim hemen hemen yazılı tarihin başlangıcından beri bilinen bir isim. Arabistan Yarımadası’nda meskûn olan ve Arap dilini konuşan kavimlere deniliyor -ki biraz sonra bir harita göstereceğim-. Arap dilli de yeknesak değil, alt grupları var. Lehçeleri var, ağızları var. Dolayısıyla Arapça aslında “el-Arab” fasih konuşan, anlaşılır konuşan anlamından türetilmiş bir kelime…

Tabii bu kelimenin en arkaik manasını da bilmiyoruz. Taa ilk türetilişi nereden geldi? Onu da bilmiyoruz. Muhtemelen taa Sümerlerden beri sürüp geliyor olsa gerek.

Evet, ırkların oluşum ve şekillenişine dair size çok temel, çok esaslı bilgi alabileceğiniz bir de kitap tavsiye ediyorum. Bu Rus âlim Gumilev’in “Etnogenez” isimli kitabı. Aslında “Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri” şeklinde çevirmişler ama asıl ismi “Etnogenez”. Gerçekten de bu alanda dünya tarihinde ırkların oluşumuna dair yazılmış en harika, en ilmî eserlerden biri. Aynı zamanda bir tezdir Etnogenez. Ve Gumilev’in gerçekten de tezini ispat ettiğini, bu eseri okuyunca görürüz. Tabii ilgilisine… İlgili olan, daha derine inmek isteyen, ileri okumalar yapmak isteyen arkadaşlar için ara ara böyle temel eserler tavsiye edeceğim. Tavsiye ettiğim her eseri okuduğum için tavsiye ediyorum. Okumadığım bir eseri tavsiye etmiyorum, bu böyle biline.

Bu haritamız.

Şimdi, Arapça dedim, lehçeleri var. Ama iki ana lehçe var gördüğünüz gibi. Arabistan Yarımadası, Kızıldeniz, Basra körfezi, Arap denizi ve işte bu, şu kara parçası -ki bu aynı zamanda bir tektonik kara parçasıdır-. Yani dört tarafından kırılmış bir kara parçasıdır. Bir plakadır yani… Anadolu coğrafyasını tetikleyen, iten, Anadolu’da oluşan hemen tüm depremlerin sebebi bu kara parçasıdır. Dolayısıyla hani soğuklar kuzeyden gelir ya, depremler de güneyden gelir bize. Bu da küçük bir bilgi olsun.

Burası, şu gördüğünüz kırmızı çizgiyle çizilmiş alan, Kuzey Arabistan. Bu kuzey Arabistan’da Adnaniler, burada da Kahtaniler. İkiye ayrılıyor Araplar. ‘Adnani’deki Adnan, Hz. İbrahim’in neslinden geldiği düşünülen, geldiğine inanılan biri. Dolayısıyla onun soyundan gelenler. Buradakiler de Kahtaniler. Yani Güney Arabistan’da; Yemen buraya giriyor, Umman buraya giriyor… Hatta bakınız, buraya uzanıyor. Şu uzantı çok önemli. Bu uzantı da İslam tarihinde Habeşistan dediğimiz, bugün Etiyopya dediğimiz yer -ki burada Cibuti aslında-, burası Somali, arkasında Kenya var. Bu bölge -ki o gün Aksum diye biliniyor-, necaşilerin yönettiği bir bölge. Dolayısıyla Necaşi’nin ismi Necaşi değil; kral gibi, melik gibi, sultan gibi, padişah gibi bir unvan… Dolayısıyla necaşilerin yönettiği bu ülkede aslında Arap dili asıllı bir dil konuşuyor. Şu anda Amhari lügati hâkim Habeşistan’da, Etiyopya’da. Amharice yazılır dil. Alfabesi çok farklıdır. Hatta takvimleri bile farklıdır.

Dolayısıyla Habeşistan’a Etiyopya’ya gidenler iyi bilirler, bendeniz gittim. Hatta Necaşi’nin yattığı yere gittim. O diyarı ziyaret ettim. Oradaki sahabi mezarını gördüm. Tek tek inceledim. Dolayısıyla bu anlamda Arapça iki ana kola ayrılıyor: Güney Arapçası, Kuzey Arapçası.

Kuzey Arapçası Kur’an’ın indiği Arapça. Güney Arapçası daha farklı. Mesela Güney Arapçasıyla Allah Resulü’nden nakledilen şöyle bir rivayet var: Bir Yemenli peygamberimize; “E mine’m-birri em-sawmu fi’m-sefer” diye bir soru sormuş. “Sefer sırasında oruç tutmak zühtten, ‘birr’den midir?” diye sormuş. Allah Resulü de ona kendi lehçesince cevap vermiş: “Leyse mine’m-birri em-sawmu fi’m-sefer.” Aslında bu Kuzey Arapçasıyla, bölge Arapçasıyla, Kur’an Arapçasıyla şöyle söylenir: “Leyse mine’l-birri es-sawmu fi’s-sefer.” Gördüğünüz gibi lâm-ı tarifler tamamen ‘mim’e dönüşmüş, orada böyle bir farklılık var. Bu farklılık bazen çok derine de gidebiliyor, bazen daha sığlaşıyor ama farklı, farklılık var. Dolayısıyla Arapçanın serüveni burada böyle.

Burada gördüğünüz gibi özellikle Filistin ve -ki bereketli hilâl dedikleri bölge- Şattülarap su yolu. Özellikle Dicle-Fırat havzası. Burada da farklı bir Arapça konuşuluyor aslında. Ki bugünün Arap dünyasında en fasih Arapça Suudi Arabistan ve Suriye’de konuşulur. Hatta Suriye Arapçasını ben Suudi Arabistan Arapçasından daha fasih bulurum bugün için.

Samiler

Samiler; Arapların da içinde bulunduğu daha büyük bir kitle. Bunun içinde kimler var? İbraniler var. Yani bugün Yahudi dininin mensubu olan insanlar var. Benî İsrail. Kur’an onlara “Benî İsrail” diyordu. Ama ilk olarak andığımızda İbraniler var. Başka kimler var? Keldaniler var. Özellikle bu bölgede, Filistin bölgesinde yerleşmiş olan ve kökeni Fenikelilerden gelmiş olan. Bunların da kuzeyden gelen bir kavim olduğu söylenir etnoloji âlimleri tarafından. Yine Süryaniler var. Aramice Süryanicenin bir diyalektidir. Bugün çok küçük, lokal olarak bazı yerlerde özellikle Irak’ta bir yerde konuşuluyor. Süryaniler var. Yine kimler var? Asurlular var. Bu kavim de Sami grubuna dahil. Asuriler var. Ve bu diller aynı zamanda Sami dil grubunun, dil ailesinin bir alt üyesi.

Dolayısıyla bu bölgedeki bütün kavimler, bütün üst kimlikler tamamıyla Sami ailesine üyeler. Yani ‘Sami’ de özellikle Yahudi kültüründen alınma bir ifade. Nuh Peygamber’in üç oğlu varmış; Ham, Sam, Yafes. Hamiler siyah ırk. Samiler -ki bu bölgedeki ırklar, ırk diyelim-. Yafesiler ise Ural Altay bölgesinde ki Türkler, Moğollar, Japonlar, Çinliler ve diğerleri. Öyle bir ayrım yapılır. Ama bu ayrımın bilimsel bir karşılığı yoktur. Onu söyleyeyim. Bugün şu kesindir ırk olarak bir y kromozomu Âdem’den geldik, bir de mitokondriyal Havva’dan geldik. Bu kesin. Bunun kesin olduğunu nereden söylüyoruz? Çünkü Allah imzaları genetiğimize, genimize atmış. Genimizde her ata bir imza bırakıyor. Her anne bir imza bırakıyor. Beş yüz bin nesil mi geçti? Beş yüz bin atanın, beş yüz bin ananın imzasını taşıyoruz şu an. Her kaç yüz binse öyledir. Yüzbinlerle ifade etmek lazım. Öyle ifade etmek lazım. Onun için kesin olan gerçeklik budur. Biz bir y kromozomu Âdem’den, biz bir mitokondriyal Havva’dan geliyoruz, bir. Onun için bu kesin. Ondan ötesi kesin değil. Ondan ötesi “insanlık başlangıçta bir ümmetti” diyor ya Kur’an; “kânet ummeten wahideten” başlangıçta bir ümmetti daha sonra çoğaldı, farklılaştı, ayrıştı.

Araplar

Araplar biraz önce de söylediğim gibi bu coğrafyada meskûn olunmuş diller, o dilleri konuşuyorlar kök olarak. Sami dil ailesi ve Arapça üzerine konuştum. Arap yazısına dair de bir şeyler söyleyeyim. Arap yazısı aslında Fenike yazısından evrilmiş bir yazı. Fenikeliler milattan önce 15. asırdan tutun milattan sonra 4. asra kadar etkileri uzamış, etkileri uzun sürmüş bir kavim. Akdeniz’i kolonileştiren kavimdir Fenikeliler. Denizci bir kavimdir, ticaret kavmidir. Aslında Hz. Süleyman’ın filoları Fenike filolarıydı. Hani Kur’an’da geçer ya “gidişi bir aylık dönüşü bir aylık”. Onun için Akdeniz’i hatta Bizantion köyünü kolonileştiren Fenikelilerdir. Yani ilk İstanbul’u köy olarak kuran da Fenikelilerdir. Dahası Karadeniz’i kolonileştiren Trapezus’u kuran Fenikelilerdir. Onun için bir ticaret kavmidir ve bu kavim tamamen bölgenin aynı zamanda dilini hatta yazısını şekillendirmiş. Bugünkü dünyada kullanılan yazılar. Latincenin, Latince alfabesinin kökeninin ne olduğunu düşünüyorsunuz mesela? Fenike alfabesi. Evet. Yani batının kullandığı yazının alfabesi güneyden, doğudan gidiyor. Fenike alfabesi. Çok ilginçtir. Onun için Arapçanın da arkaik olarak alfabetik aslı oradan geliyor.

Oradan kime geçmiş? Nabatilere. Nabatlar burada idi. Burada devlet kurdular. Yine milattan önce 3.yüzyılda kurdular -ki milattan sonra 4. yüzyıla kadar da devam etti Nabatiler-. Nabatilerden şuraya geliyor yani bugün Irak sınırları içinde bulunan Kufe yakınındaki Hîre’ye geliyor yazı. Ki Lahmiler devleti var orada. Orada daha da ileri boyut kazanıyor Arap yazısı ve Mekke’de okuma yazma bilen sayısı yaklaşık 17 kişi olarak verilir. Bunların da kaçı okuma yazma biliyor, kaçı sadece okuma biliyor emin değiliz. Ama Mekke’de yazı bilen, Arapça yazabilen insanların %99’u Hîre’de eğitim görüp, yazıyı öğrenip yani Lahmiler devletinde yazıyı öğrenip Arabistan’a gelmiş, Mekke’ye gelmiş, Hicaz’a gelmiş insanlardan oluşuyor. Dolayısıyla Arapça yazısı da 28 harflik bir yazı. Ve yazının ilk metinleri bize kadar gelen ilk metinleri çok eski değil. 512 tarihlidir, Arap yazısıyla gelen ilk metin. Çok eski değil. Onun için diyorum, o da aslında, bakarak Arap dilini öğreneceğimiz bir metin değil.

Bu anlamda Arap dilinin ilk mükemmel metni Kur’an-ı Kerim’dir. Bu çok önemli. Onun için şunu söylüyorum. Kur’an’da Arap diliyle ilgili bir ifade şu şekilde geçiyor. Ama dil kuralını koyanlar; bu, dil kuralına aykırı diyorsa bu evladın annesini doğurması gibi bir şey oluyor. Anlatabiliyor muyum? Bu doğru değil. 150 yıl sonra çıkmış bir dil âlimi Kur’an’ın bir ifadesini Arapçanın kullanım yapısına, ‘structure’ına, binasına, şekline aykırı olarak görüyorsa aslında bu yanlış bir görüştür. Zira dilin kuralını çıkaracaksanız ilk metinden çıkarırsınız, Kur’an’dan çıkaracaksınız, başka çareniz yok. Dolayısıyla ilk metin o.

Ama mezar taşları var, kitabeler var bunlar milattan öncesine kadar uzanıyor. Suriye Zebed’de mesela, mezar kitabeleri var, taşlar var bunlar çok daha eskiye kadar uzanıyor. Bunların hepsi tespit edilmiş durumda. Hepsinin envanteri çıkartılmış durumda. İlgilenenler kaynaklara ulaşabiliyorlar. Ben de ulaştım, indirdim, teker teker inceledim, o mezar taşlarında ve kitabelerde neler yazıyor onu gördüm. Bugün mesela elimizde Arapçanın gelişim aşamalarında harfler nasıl değişiklik gösterdiler onu da görebiliyoruz. İlgili ders geldiğinde ben sizin huzurunuza hem buraya hem oraya Arap yazısındaki değişimleri, hatta Kur’an yazısındaki değişimleri teker teker göstereceğim. İnşallah göreceğiz, inceleyeceğiz beraberce. Dolayısıyla bu konuda birtakım kuşkular uyandıran oryantalist tezlere de cevap vermiş olacağız burada.

II. KUREYŞ KABİLESİ

İkinci alt başlığımız Kureyş Kabilesi

Kureyş: Bu ismin anlamı nedir? Aslında lügatler ‘şiddet’ diyor. Yani ortak bir anlamı var, o da şiddet. Şimdi Kureyş’in “köpek balığı” anlamına, “küçük köpek balığı” anlamına geldiğini biliyoruz. Bunu özellikle ısrarla dile getiren -20. yüzyılın eğer on tane tefsiri varsa bana göre onlar içinde sayılması gereken- Tahir İbn Âşur’un “et Tahrîr we’t-Tenvîr”i. Tahir İbn Âşur ki Tunuslu bir müfessirdir. Gerçekten cins kafadır. Ben bilgiyi nakledenlerin âlim sayılmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bilgiyi nakledenler âlim olacaksa lütfen google efendi hazretleri ‘kaddesallahu sırrahu’l-aziz’i en üste koyun. En üste koyun. Hiç kimse bugüne kadar bize google kadar büyük bir bilgi taşımadı. Onu en üste koyun. Niye? El öpecekseniz sıraya onu koyun. Allâme-i cihân u ferîdu’z-zamân google efendi hazretleri, eğer öyleyse. Flaş belleklerinizin elini öpün âlim diye. Öyle değil mi? Bilgisayarlarınızın elini öpün, ayağına kapanın, onlardan şefaat isteyin. 70 kişiye belki ulaşır! Değil! Âlim, bilgiyi ileten değil üretendir. Onun için bu anlamda ben Tahir İbn Aşur’u -Allah ona rahmet etsin, Allah taksiratını affetsin- 20. yüzyılın en büyük müfessirlerinden biri olarak selamlıyorum huzurunuzda. Bu benim ona bir borcumdu aynı zamanda. Öyle anmış olalım.

Evet ‘küçük köpek balığı’ anlamı üzerinde ciddi durur, et-Tahrîr we’t-Tenvîr’de. Toplama,derleme, devşirme anlamı var bir de. İkinci anlamı bu. Küçük köpek balığı anlamına geliyor, bir de toplama ve devşirme… Siz bu anlama gelen bir kelimeyi günlük kullanıyorsunuz. Farkında değilsiniz ama. Kaç kuruş? Kuruş. Kuruş aslında oradan geliyor. Toplama, derleme yani bozuk para anlamı gelmiş bizde şimdi. Ama kök anlamıyla derme, devşirme anlamına geliyor.

Peki Kureyş’le köpek balığının ne alakası var? İşte o alakayı hiç kimse kuramıyor. Niye? Kureyş bir deniz kavmi değil, bir kıyı kavmi değil. Eğer balıkçı bir kavim olsa, balıkçı bir millet olsa, Kureyş kavim olsa; diyeceğiz ki “tamam yakışmış, bunlar denizle uğraşmışlar, balıkla ilgilenmişler dolayısıyla küçük köpek balığı ismini almışlar”. Yok böyle bir şey. Aksine Kureyş denizden nefret eden bir kabile. Bir büyük kabile, kabileler topluluğu. Denizden nefret ediyorlar. Onun için ölmekten değil, denizde ölmekten korkuyorlar. Orada kabrimiz olmaz diye korkuyorlar, tapılacak bir kabrimiz olmaz, sayılacak bir kabrimiz olmaz! Dolayısıyla köpek balığıyla Kureyş’in alakasını çok fazla kuramıyor.

Peki derleme-toplama? İşte bu. Benim de şahsen tercih ettiğim anlam bu. Tabii yanılıyor olabiliriz, çünkü bunlar hep yorum, mutlak değil. Benim söylediğim her şey dosdoğrudur diyen şeytan olabilir ancak. Efendim, yoksa Allah olacak zaten, Allah’ın söylediği doğrudur. Her şeyi bilen, doğruyu her zaman doğruyu… Onun için her şeyi bilen bir tek zat var, o da Allah. Onun için bu anlamda ben bir yorum yapıyorum, derleme-devşirme anlamına geliyor. Hakikaten de Kureyş’in oluşumuna baktığımızda derleme-devşirme bir kabile olduğunu görüyoruz. Onun için “taze peynir” anlamı da var. Efendim, “qaşr” taze peynir anlamına geliyor, aynı kökten.

Fihr Bin Malik’in çocukları diye geçiyor, özellikle bu işle ilgili Arap yazarlarının eserlerinde. Yani neseb ilmi diye bir ilim var. Neseb ilmi soy ilmi demek. Soy ilmi ile ilgilenen âlimler önümüze kişilerin soylarını koyuyorlar. Ama önceki derslerden birinde de bu mevzuyu işledim. Uydurulmuş hadis konusu Kur’an’ın konusudur biliyorsunuz. Yusuf suresinin 111. ayetinde “bu Kur’an uydurulmuş hadis değildir” diyor. Yani hadisi kavramsal olarak kullanıyor orada. Demek ki uydurulmuş hadis sorunu Kur’an’ın önünde var. Uydurulmuş hadis alanlarından biri de neseb, soy alanları. Çünkü kişiler soy uydurtabiliyorlar, soy ilim adamlarına, soy âlimlerine; “bana fiyakalı bir soy uydur, sana iki deve”… O da çok fiyakalı bir soy uyduruyor. Onun için bu hiç garip değil. “Fihr Bin Malik’in çocukları mı? Toplama bir üst kimlik mi?” denildiğinde elbette ikincisi daha ağırlıklı geliyor, bu arka plan bilgileri elde tutulduğunda.

Kureyş’in Mekke ve civarına hâkim olması: Kureyş daha önce Mekke ve civarında değil. Yani daha kuzeyde yaşadıkları söyleniyor ama yerleri de gösterilmiyor. Şuradan geldiler diye gösteren bir kaynağa rastlamadım Kureyş’in. Yani şurada yaşıyorlardı, bu da toplama, derleme, devşirme olduklarını gösterdi, diyen. Dolayısıyla peki nasıl geliyorlar Mekke ve civarına?

Kusay Bin Kilâb burada anahtar role sahip bir isim. Beşinci yüzyılın başında yaşamış, dördüncü yüzyılın sonunda yaşamış bir Arap. Beşinci kuşak dedesi, aynı zamanda Allah Resulü’nün, eğer bize kadar gelen nakiller doğruysa. Kusay Bin Kilâb; “köpeklerin oğlu Kusay” anlamına gelir. “Kilâb” kelbin çoğulu, kelb köpek demek.  “Kilâb”, “köpekler” demek. Köpeklerin oğlu Kusay. Neden Kilâb? Bir insana “köpeklerin oğlu” niye denir ki? Ben bunu çok araştırdım, merak ettim, merak bu ya. Yani hele hele Araplarda köpek de sevilen bir hayvan değil. Özellikle Araplar köpeği şeytanla eş tutan bir zihniyetteler. Dolayısıyla, işte onu hadis diye Allah Resulü’ne de iftira ettiler. “Kara köpekler şeytandır” diye bir hadis Allah Resulü’nden zuhur etmiş olabilir mi? Kur’an’da köpek geçiyor, iyi olarak geçiyor. Av köpekleri, avcı köpeklerin yakaladıklarının temiz olduğu zikrediliyor. Anlatabiliyor muyum?

Evet, neden Kilâb? Kaynaklarda bunu açıklayıcı bir bilgi buluyoruz. Habeşli tüccarların mallarını Kusay önce satın alırmış, sonra onları öldürüp, satın aldığı mala verdiği parayı geri tahsil edermiş. Dolayısıyla, gasp edermiş yani. Bu İbn-i Habib’in “el-Munemmak” isimli, gerçekten de muhteşem bilgilerin, çok nadir bilgilerin toplandığı eserinde görüyoruz. İbn-i Habib masal anlatmaz, çok ilginç. Fakat ayrıntılara dikkat eder ve bize üstü kapatılmış bilgileri sunar. Böyle tarihçiler gerçekten tarihçi olmanın hakkını veren adamlardır. Onun için ben İbn-i Habib’in verdiği bilgileri çok çok değerli bulurum.

Bazıları diyorlar; “ya işinize gelmeyen hadisi reddediyorsunuz, işinize geleni de kabul ediyorsunuz”. Güzel çomarım benim, çemkirmenim, şunu kafana koy; tarih, tarihî kaynaklar, rivayetler bir bilgi kaynağıdır. Fakat din kaynağı değil. Senin anlamadığın bu. Tarihî kaynaklar, tarihi rivayetler, tarih, rivayetler bütün bunları biz dinimizin içine koymayız. Bunlardan din öğrenmeyiz. Biz tarihe iman etmeyiz, tarih imanımız, yani iman edeceğimiz bir şey değil. İstanbul’un fethi iman edeceğimiz bir şey değil. Eski Yunan, Eski Yunan’ın varlığı iman edeceğimiz bir şey değil. Anadolu tarihi iman edeceğimiz bir şey değil. Kadeş Savaşı iman edeceğimiz bir şey değil. Firavunlar devleti iman edeceğimiz bir şey değil. Bu tarihî bilgidir.

Sorun burada şudur; sen getirip imanının içine koyuyorsun. Zandan iman olmaz, imandan zan olmaz. Çünkü zanni bilgidir, zan. Bu anlamda biz bütün bu malzemeyi, bu işin, aslı esası nasıldır diye öğrenmek için derleriz, toparlarız. Bir de kendi arasında eleştirel akılla eleriz. Büyük bir emek veririz bu malzemeye. Biz de emek veririz, bunu toplayanlar emek vermiş. Onun için senin sorunun bu güzel kardeşim, sevgili çomarım. Onun için anla bunu, yani tarihî malzeme, rivayet, hepsi elbette ki bilgi konusudur. Ama iman konusu değil. İmanının içine alma, dinin içine alma, dinin konusu değildir. Din kültürünün konusu olabilir olsa olsa. Kültür insan ürünüdür, din Allah ürünüdür. Eyvallah.

Kusay ve Kâbe: Kusay Bin Kilâb’ı kısmen anlattım. Kâbe’nin Kureyş’e geçmesi nasıl oldu? Bu konuda çok detaylar var, bize kadar gelen. Kusay Huzaa’nın damadı. Şimdi, Kureyş’ten önce Huzaa var, Huzaa’dan önce Cürhüm var, Cürhüm’den önce Amâlika var. Şimdi bunu merak edenler böyle zihinlerinde şöyle toparlayabilirler. Amâlika aslında Arapların Yahudi kültüründeki ismi. Amâlika. Hani Yusuf suresinde Yusuf’u kuyudan çıkaran kervancılar var ya, onlar Arap. Onlar Amâlika’dan, Arap göçerler.

Dolayısıyla Araplarla bu anlamda Yahudiler arasındaki ilişki de çok arkaik, çok eskiye doğru gidiyor. Bu anlamda Kusay Huzaa’nın damadı olmuş. Huzaa Kâbe’nin eski sahipleri diyelim. Bölgede eski, yerleşik olan kabile. Kavim, bu daha doğru: Kavim. Kabile reisi ölmeden evvel bir rivayet şöyle: “Damat Kusay kayınpederden sarhoş olduğu bir anda bir içki tulumuna Kâbe’yi satın aldı.” Bir rivayet böyle. Çok mu ucuza gitmiş? Kefen satanların aslı yeni değil. Adam Kâbe satıyor. Görüyorsunuz, değil mi? Kâbe satıyor. Yani satıcılık yeni değil, onun için satmış adam. Bir rivayet böyle.

Bir başka rivayet ki aslında bunun devamı o. Satmış ama kabile razı olmamış. Kureyş’le savaşmış Huzaa’lılar. Fakat en sonunda daha fazla kan dökülmesin diye kâhine gitmişler, Huzaa ve Kureyş. Kâhin de neye karar vermiş? Elbette duygusal biçimde daha güçlü olan, daha çok verenin lehine karar vermiştir. Kâhinler öyleydi, daha çok veren, daha güçlü olanın lehine karar verirler ve kehanetlerini de ona göre düzenlerlerdi. Okkası yok, gramı yok ölçemezsiniz, değerlendiremezsiniz. Nasıl diyeceksiniz, “yok ya senin kehanet şöyleydi de sen böyle dedin” diye. Bir şey yok ki, ispat zemini yok ki. Onun için kâhinin kararı sonucunda Kâbe Kureyş’e geçmiş. Huzaa’nın şehri terk edip Kureyş’in şehre yerleşmesi böyle…

Kâhin iki şeye karar veriyor. Bir; bu kabile şehri terk edecekler, uzağa gidecekler. İki; Kureyş onların yerine gelip yerleşecek. İşte Kâbe’nin etrafında Kureyş’in ilk yerleşmesi böyle oluyor. Ve ilk Kâbe muhafızı da Kusay Bin Kilâb. Ve Kusay Bin Kilâb şöyle bir şey yapıyor: Kureyş’i getiriyor, yerleştiriyor. Fakat Kureyş’i ikiye ayırıyor. Bir; Kureyş’in elit takımı, kaymak tabakası, yönetici üst tabakası; bir de Kureyş’in alt tabakaları. Dolayısıyla üst tabakasını Kâbe’nin etrafına diziyor. Şu bilgiyi vereyim bu bilgi önemli, Kâbe’nin etrafında yerleşimin geçmişi 200 yıllık. Ondan evvel Kâbe’nin etrafında yerleşim yok, daha uzakta. Mina gibi daha uzakta. Uzak yerlerde yerleşimler. Kâbe’nin etrafını boş bırakıyorlar, hacılar geldiğinde oraya hac mevsiminde çadırlarını açıyorlar, yerleşiyorlar; onlar için Kâbe’nin etrafında yerleşimi yasaklamışlar. İlk defa Kusay Kâbe’nin etrafını yerleşime açıyor. Yani TOKİ desem ayıp olur mu efendim? Yerleşime açıyor. Ve merkeze ‘Batha’ya, -o çukur aslında, bataklıkgibi bir anlamı da var-, oraya hatırlı kabileleri, zengin kabileleri, güçlü kabileleri diziyor. Efendim taşraya, ‘Zevahir’ denilen taşraya da diğerlerini atıyor. Böyle, Kâbe’de aslında ezenler ve ezilenler sınıfının başlangıcı böyle oluşuyor. Bir sınıf var ezenler, Kâbe’nin ekmeğini yiyenler, hani o ayette geçen “tis’atu raht” var ya dokuz çete, dokuz çete aslında oradan geliyor.

III. HAŞİMİLER

Haşimiler üçüncü başlığımız. Haşimiler, biliyorsunuz, sevgili Resulümüzün de içinden çıktığı soy. Bu soyun şöyle kısaca bir geçmişine gidelim. Haşim Bin Abdimenaf. Haşimilerin atası. Kusay Bin Kilâb’ın tabii, torununun torunu veya bir daha ileri. Yaklaşık yaşadığı zaman dilimi bu. 464 miladi- 498 miladi tarihinde de vefat ediyor. Yaklaşık 5. yüzyılın ikinci yarısında yaşıyor. Çok da öyle uzun bir hayat yaşamamış gördüğünüz gibi. Asıl adı Haşim değil. Adı Haşim değil, adı Amr. Amr aslında Ömer’le aynı kökten yani “yaşayan” demek. ‘Âmir’ deseydik eğer “yönetici” olurdu efendim o ayrı, ‘ayn’la değil. Ama “Amr”, Ömer, ömr, ömür yani o kökten geliyor.

Haşim, namını nasıl alıyor? Hacılara yemek yapmak için peksimetleri, kurumuş ekmekleri; böyle dilim dilim yapar, ezer, onları un gibi eder, onlarla çorba yapar hacılara dağıtırmış. Onun için un ezip, ufalayan, un ufak eden anlamına geliyor. ‘Heşm’, ‘haşim’ oradan geliyor. Abduşşems Haşim’in kardeşi. Bu önemli, çünkü Muaviye’nin büyük büyük dedesi, Abduşşems. Şimdi, Haşimilerle Ümeyyeoğulları (Emeviler) arasındaki savaşın, mücadelenin, istemezliğin taa burada başladığını görüyoruz aslında. Kökü çok eskiye gidiyor. Yani kabileci bir mantıkla kökü çok eskiye gidiyor. Abduşşems Emevilerin büyük büyük dedesi ve Haşim ile yapışık ikizler, öyle doğuyorlar. Yapışık ikiz olarak doğuyor ve dede -ki Haşim’in babası Abdimenaf kılıcıyla bu yapışık ikizleri ayırıyor-. Evet. Muhtemelen -kaynaklarda araştırdım, bulamadım ama- bu ayırmadan dolayı Abduşşems bir parça yarım kalıyor. Ama Haşim sağlıklı, Amr sağlıklı yapışık ikizlerden. Ve tabii ki kardeş olmaları itibari ile “Kâbe senin elinde olacak, yönetimi benim elimde olacak” diye iki kardeş arasında bir niza var. İşte bu niza nereye kadar gidiyor? Biraz sonra geleyim oraya.

İlk karısı Yesribli Selma Binti Amr. Kimin? Haşim Bin Abdimenaf’ın ilk karısı. İşi uluslararası tüccar ve Kureyş lideri Haşim bin Abdimenaf’ın. İşi tüccar, gerçek bir tüccar, yani ithalatçı, ihracatçı. Başarısı gerçekten de kabile içerisinde ismini neonlara yazdırmış. Neonlarla yazdırmış bir lider. Nasıl olmuş? Bizans ve Aksum ile vergi muafiyeti ve serbest dolaşım antlaşmasını yapan ilk lider. Düşünebiliyor musunuz? Mekke ve civarında devlet yok. Haşim bir devlet reisi değil, bir kabile reisi ama kabile reisi gidiyor zamanın süper güçlerinden biriyle serbest dolaşım antlaşması imzalıyor, vergi muafiyeti antlaşması imzalıyor. Devlet yok ama vergi muafiyeti. Buna o zaman ne diyeceğiz; şehir devleti diyeceğiz. Devlet yok bildiğimiz anlamda ama şehir devleti. Bu devletin bir kralı falan yok gördüğünüz gibi. Allah Resulü gelinceye kadar da olmayacak. Hep ileri gelen kabilelerin konsorsiyumu yönetiyor.

Aslında bana sorarsanız Mekke şehir devleti bir ticaret devleti. Yani bir konsorsiyum, bir şirket devleti. Yani belki şirkin arkasında da bu şirket devleti mantığı var. Yani “madem şirket devleti kurduk tanrılarınızı getirin, tanrını da al da gel, herkes tanrısını alsın da gelsin, ne olursan ol tanrını da al da gel” mantığı hâkim. Kâbe’nin içine o kadar putu başka türlü nasıl doldurabileceksiniz? Böyle doldurabilirsiniz. Evet, onun için serbest dolaşım antlaşması imzalıyor, vergi muafiyeti. Neden? Mekkeli tüccarlar tüm bölgede Bizans ve Bizans’a tâbi yerlerde serbestçe ticaret yapabilsinler diye. Aslında Mekke’yi bölgenin yıldızı haline getiren Haşim’in bu anlaşmaları.

Aksum; biliyorsunuz, ‘necaşiler devleti’ olduğunu söyledim. Necaşiler devleti de Bizans etkisinde bir devlet. Tam Bizans’a bağlı demesek de dini itibari ile, Hristiyan olması itibari ile Bizans etkisinde bir devlet. Dört oğlundan biri Şeybe Bin Haşim. Kim bu? Sevgili Resulümüzün dedesi. Abdulmuttalib. Abdulmuttalib aslında ismi değil, bunu biliyorsunuz değil mi? Allah Resulü’nün dedesinin ismi Abdulmuttalib değil. Niye (böyle) denmiş? Muttalib kim? Muttalib amcası. Babası Haşim ölünce amcası onu -Medine’deymiş, annesi Medineli unutmayın, Yesribli- Medine’den devesinin terkisinde Mekke’ye getiriyor. Terkisi dedim eskiler bilirler de yeniler bilir mi bilmiyorum. Yani atın arka tarafına, bineğin arka tarafına terk derler. Dolayısıyla onun sürücüsünün arkasındaki onun terkisine oturmuştur. Yani ben unutuyorum, yaşımız ilerledi gençler bazı kelimeleri bilmiyorlar, anlatmak ve izah etmek gerekiyor. Ben de bunu daha sonradan öğreniyorum. “Hocam şu ne?” diyorlar “aa doğru diyorum, siz yeni nesilsiniz”.

Evet, ölümü 578 Abdulmuttalib’in, Allah Resulü’nün dedesinin. Biliyorsunuz belli bir yaşa kadar da dedesinin himayesinde büyümüştü. 7 yaşına kadar diyelim. Dört oğlundan biri Şeybe Bin Haşim. Onun terkinde geldiği için, bineğinin üstünde Mekke’ye girdiği için “Muttalib’in kulu” demişler. Muttalib’in kulu, Muttalib’in kölesi anlamında. Köle değil, yeğeni, hür ama öyle demişler öyle kalmış.

Haşimi-Emevi düşmanlığının kökeni; işte burada başlıyor. Yani Emevilerle Haşimiler arasındaki düşmanlığın kökeni taa Ümeyye Bin Abdişşems’in amcasına meydan okuyup yenilmesi olayıyla başlıyor. Evet, Ümeyye, Abduşşems’in oğlu, Haşim’in yeğeni. Ümeyye Kâbe’de hak iddia ediyor. “Ben yönetici olacağım” diyor, yeğeni ve amcasına düello teklif ediyor. Araplarda pusu var özellikle çöl Arab’ında pusu var ama şehir Arap’ında Roma’dan mülhem, Roma’dan etkilenerek düello kültürü de gelişiyor. Dolayısıyla Bizans’tan etkilenerek… Roma’da düello kültürü var, çöl Arab’ında pusu kültürü var. Dediğim gibi düello teklif ediyor amcasına, pusu kurmuyor. O da bir yiğitlik mi diyelim? Ve kâhine gidiyorlar. Yani savaşmaktansa kâhine gidiyorlar. Ve kâhin iki karar veriyor. “Amcan Kâbe’nin ve Mekke’nin hâkimidir. Hak onundur. Amcana elli deve vereceksin. On yıl sürgün kalacaksın.” Yani “on yıl bu bölgede yaşamayacaksın”. Ve yeğen nereye gidiyor biliyor musunuz? Ümeyye ta -ad oradan geliyor, Ümeyye, Emevi adı- Şam’a gidiyor. On yıl Şam’da sürgün kalıyor. Döndükten sonra hiç Haşimilerle araları bir daha düzelmiyor. Her fırsatta Haşimileri hasetlemeye, kıskanmaya ve vurmaya çalışıyorlar. Taa ki Yezid Hüseyin’i öldürünceye kadar. Yani bir tek veya birkaç kişi hariç soyunu kesmeye kalkışıncaya kadar. Hikâye bu, efendim, Haşim Bin Abdilmenaf.

Haşimiler ve Yahudiler: Bu ilginç. Bunu önemli buluyorum. Çünkü birtakım oryantalistler buradan yola çıkarak; İslam’ın Yahudiliğin bir kopyası olduğunu, Kur’an’ın da Tevrat’tan çalındığını söyleyebiliyor. Bu aslında yeri gelince söyleyeceğim. Tevrat’la Kur’an arasındaki temel ilkelerde nasıl tam zıtlık var, onu söyleyeceğim. Kur’an üstünlük ölçüsü olarak takvayı koyar. “İnne ekramekum indallâhi etqâkum.” Sorumluluk bilincini koyar üstünlük ölçüsü olarak. Tevrat üstünlük ölçüsü olarak Yahudi ırkının diğer ırklara üstün olduğunu, Yahudi ırkının Allah’ın oğulları olduğunu, gerisinin ile gentiğiyle, centiğiyle yani “goyim” orijinal ifadesi ile “kâfir, işe yaramaz, döküntü, atık” demek olduğunu söyler. Siz nasıl o onun kopyası dersiniz? Eğer bir kopya varsa uydurulmuş İslam’dır, uydurulmuş dindir. Çünkü siz sorumluluk bilinci olan takvayı üstünlük ölçüsü olmaktan çıkardınız yerine Kureyş’i koydunuz. Şia onun yerine Ehl-i Beyt’i koydu. Sünniler onun yerine Sahabeyi koydu. Asıl karşılaştıracağınız o.

Yahudi kültüründe şehirlilik kınanır, Tevrat kültüründe şehirlilik kınanır. Talmut’ta ilk şehri kuran kimdir biliyor musunuz? Kardeş kâtili Kâbil. Dünyada ilk şehri kuran kardeş katili Kâbil’di. ‘Kain’ diye geçer Tevrat’ta, Kâbil. Peki Kur’an şehirliliği yerer mi? Hayır. Bedeviliği yerer Kur’an. Bedeviliği… Yani “eşeddu kufran” der. ‘Küfürde en şedid olanlar bedevilerdir’ der. Ve şehirliliği över. Onun için Medine medeniyettir, Medine temeddündür, Medine hukukun üstün olduğu yer demektir. Çünkü ‘beyyan’ı olan yere Medine denir. Beyyan, hukuku temsil eden hâkim demektir. Onun için Medine, medeniyet hukukun üstün olduğu yer demektir. Evet, bu anlamda. Dolayısıyla daha birçok farklılık var temel farklılık. Tevrat’a göre peygamber yani Musa, kabile lideridir. Kabilenin kutsal lideri.

Ama Allah Resulü “huden li’n-nâsi ve beyyinatin mine’l-hudâ” hakikatin elçisidir. Bir kabile lideri değildir. Allah Resulü Kureyş’in lideri değildir. Bunu diyebilir miyiz, bu iftira olmaz mı? Kabile liderine indirgemek nasıl olur? “İmamlar, yöneticiler Kureyş’tendir” lafını uydurup da Allah Resulü’nün ağzına koymak, diline koymak aslında âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’i kabile lideri ilan etmektir. Buyurun! Birine iftira et deseniz ancak böyle olur.

Musa ve Harun nebiler Mekke ve Yesrib’ ziyaret etmiş. Yani bu bir mit. Olmuş olabilir mi? Sebepler dâhilinde hiçbir delili yok. Semhudi’nin “Wefâu’l-Wefa bi Ahbâri Dâri’l-Mustafa” diye gerçekten güzel bir eseri var, dört ciltlik. Yani Medine’nin tarihine dair. Mekke tarihleri de var, Medine tarihleri de var. Medine tarihleri içinde en çaplı olan bu. Fakat böyle bir miti naklediyor. Bu bir anlatı, bu bir mitoloji. Hatta hatta Medine’de Uhud taraflarında Hz. Harun’un kabrinin var olduğu söyleniyor. Bu da ilginç. Yahudi ordusunun bölgeye yerleştiği mit. Hz. Musa bu mite göre, bu anlatıya göre; ordusunu gönderiyor, ordusu emrini, talimatını dinlemiyor, onu sürgün ediyor ve dönmeme kararı veriyor. Yani bir daha buraya gelmeyin diyor. Ordusu da Yesrib’te yani bugünkü Medine’de yerleşiyor. Ve oradaki Yahudi kabileleri öyle kalıyor. Bu da bir mitoloji. Doğru değil. Çünkü desteği yok, delili yok, verilere aykırı. Medine’deki üç Yahudi kabilesinin bölgeye gelişi en fazla milattan önce 6. Yüzyılda,( Babil sürgünüyle olabilir.

Haşim’in Hayberli Yahudi kadınla evliliği: Evet. Haşim, büyük dede Haşim bir Yahudi kadınla evlilik yapıyor. Medineli bir Yahudi kadınla. El Munemmak’ta yine İbn-i Habib, o cins kafa tarihçinin kitabında karşılaşıyoruz.

Aynı kadınla kardeşinin ölümünden sonra Muttalib’in evliliği: Tarihin bize nakillerini ele alıp incelerken şöyle bir ilke koymak lazım. Kitlenin genel kabullerine aykırı olan tarihî nakilleri daha sonrakiler silerler. Çünkü hoşlarına gitmemektedir. Hoşlarına gitmeyen şeyi silerler. Mesela Arapların olumsuzlukları. “Ensâbu’l-Arab” diye bir kitap var. Bu İbnu’l-Kelbi’nin kitabı. Gerçekten ben bu kitabı çok aradım. En son unda Irak’ta bir kitapçının tozlu raflarında taa arka tarafta buldum. Ve altın bulmuş gibi de sevindim. Hemen kaç lira olduğunu da sormadım zaten, parayı uzattım ve aldım, getirdim. Küçük bir şey. Fakat içinde öyle büyük bilgiler var ki bu bilgiyi saklamakla yetinmemişler. Bizim ölü yüzü pudralayıcı menkıbeci tarihçiler, hurafeci tarihçiler bu kitabın soyunu kesmişler.(1.03.23 dk) “Ensâbu’l-Arab”ı kaldırmışlar ortadan, kökünü kurutmuşlar. Ne diyor burada? Ne diyecek, Abbas hakkında saklanan olumsuzlukları da söylemiş. Oysa Abbasiler döneminde yaşıyor, ilk dönemlerde, bu zat. Ama Emeviler hakkında. Muaviye’nin nispet edildiği dört tane babayı sayıyor. Bir insan dört babaya nispet edilir mi? Efendim, anlatabiliyor muyum? Şimdi sen misin bunu yapan?

Hani çıkıyorlar ya “Hz. Muaviye” “Hz. Muaviye” efendim “bizim Hz. Muaviye’miz nasıl dört babaya nispet edilir”? Mantık bu, yaklaşım bu. Hakikati öğrenmek gibi bir derdi yok. Putum devrilmesin! Bir put yapmış, adını Muaviye koymuş ve bu putum devrilmesin! Niye? Bir de ona vahiy katipliği yakıştırmışlar. Vahiy kâtibi falan hiç olmadı. Hiçbir vahiy yazmadı. O vergi tahsildarıydı. Allah Resulü’nün vergi tahsildarı. Vergi tahsildarından vahiy kâtibi çıkarırsınız siz, nelerden neler çıkarırdınız siz? Siz müşriklerden evliya çıkardınız, katillerden veli çıkardınız, iblislerden İdris çıkardınız, Karunlardan Harun çıkardınız. Bunlara bu postu giydirdiniz. Onun için siz çıkarırsınız. Nelerden neler çıkarırsınız, ben bilirim sizi.

Evet bu evlilikten doğan Mahreme. Haşim’in Yahudi kadınla evliliğinden doğan Mahreme. Abdulmuttalib’in baba bir kardeşi bu. Baba bir anne ayrı. Mahreme’nin bir Yahudi ile evliliğinden doğan Kays. Bu da yeğen. Kimin yeğeni? Abdulmuttalib’in yeğeni. Şimdi bütün bunları dikkate aldığımızda… Abdulmuttalib, oğlu Abdullah’a put önünde kura çekiyor, biliyorsunuz. On oğlum olsaydı da birini kurban etseydim diye söz veriyor. Kâbe’nin hazinesini, zemzem kuyusunu ikinci defa eştiğinde, kazdığında Kâbe’nin altınlarını orada buluyor. Altınları buldum diye sevinirken, Kâbe’yi yeniden restore ettireceğim diye sevinirken başına eşkıya geliyor -Huzalılardan olduğu söylenir- “biz o altınları alacağız” diyorlar. Gücü yetmiyor bir tane Haris isimli bir çocuğu var, ilk çocuğu Abdulmuttalib’in, Genç Abdulmuttalib’in. Ve orada “keşke on evladım olsaydı şimdi şu eşkıyaya karşı koyardım” diyor. “On evladım olsa birini kurban ederdim” diyor ve orada nezr ediyor, adak adıyor. On evladı oluyor. Onuncusu Abdullah. Ve adadığı gibi onu kurban edecek. Ama kurtulmak istiyor. Abdullah’ı kesmek de istemiyor. Nasıl kurtuluruz? Putların önünde ok çekiyor, fal oku. Çekiyor birincide ok Abdullah’tan yana, yani kurban et. İkinci defa çekiyor oku, ikinci ok kurban et, üçüncü ok kurban et, dördüncü ok kurban et… Ama bu yöntemi kimden alıyor? Bir kâhinden. Bu kâhin kim? Bu kâhin Yahudi. Bu Yahudi kâhin Hayber’de… Oysa bir cahiliye Arap’ı Yahudi’ye gitmez. Çünkü kendi kâhinleri var. Peki niye gitti? İşte yani buradan bir şey çıkarmaya çalışıyor oryantalistler de. Gidiş sebebi aslında Hayber’de, Medine’de Yahudiler arasında Haşim’in Yahudi kadınla evliliğinden doğan akrabaları var Abdulmuttalib’in. Yeğeni var. Yeğenleri var. Dolayısıyla bu hiç garip bir şey değil. Zaten akrabalık bağları var. Evet, iddia bu.

Oryantalist bir iddiaya cevap: Haşimi adının kaynağı, Yahudi Haşmonaim Hanedanıdır. Oryantalist bir iddia var. Böyle bir iddia. Yani Haşimiler Haşmonaim Hanedanı’ndan almışlardır ismini. Bu iddianın tutarsız ve desteksiz olduğunu açık ve net olarak tespit ettiğimi düşünüyorum.

Bir, Haşmon ile Haşim arasında yarım ses uyumu dışında hiçbir alaka yok.

İki, Haşim, Haşmon Hanedanı son bulduktan 450 yıl sonra yaşadı. Zira Haşmonayim Hanedanı milattan sonra 30’lu yıllarda son buldu. Milattan önce 150 gibi başlıyor milattan sonra 30’lu yılların sonunda son buluyor. 450 yıl var Haşim ile arasında.

Üçüncüsü, bölge Yahudileri arasında böyle bir isim hiç kullanılmıyor. Yok.

Dördüncüsü, adı Amr olan Haşim’in, bu namı yani Haşim namını sanını alış hikâyesini biz biliyoruz. Dolayısıyla bu oryantalist iddiayı açıklıkla reddedebiliriz. Doğru değil çünkü.

Kureyş’in Kur’an’a karşı kibri: Evet nereden geliyor? Kureyş’in geçmişine yönelik bir projektör tuttuk, aydınlatmaya çalıştık ve Kureyş’in kibri nereden geliyor? Kâbe’nin sahibi gibi davrandılar. Oysa Kâbe’nin sahibi değillerdi. Kâbe’nin hadimi idiler. Kur’an reddetti. “Li îlâfi kurayş. Îlâfihim rihlete’ş-şitâi we’s-sayf: Kureyş’in ilafı.” İlaf ne demek? Kışın güneye, yazın kuzeye yapılan ticari sefer. İki bin develik kervana ulaşıyordu bazen bu kervanlar. İki bin deve, iki bin beş yüz deve. Yani hacmin o günün tarihinde ne kadar büyük olduğunu siz tahmin edin. İki bin deve yükü ile lojistik bir taşıma hattı kurulmuş. Dolayısıyla bu çerçevede düşündüğünüzde bölgenin tüm can damarı bu hat. Yazın kuzeye gidiyorlar Şam’a, kışın güneye gidiyorlar Yemen’e. Ve hem giderken götürüyorlar mal hem de gelirken getiriyorlar. Daha önce mevzuyu işlemiştim. Kureyş’in ilafı hürmetine, aşkına, adına. “İlâfihim rihlete’ş-şitâi we’s-sayf.” Yaz ve kış seferi hürmetine. Öyle diyelim. “Felya’budû Rabbe hâze’l-beyt: Şu beytin Rabbine kulluk etsinler.” Çok ince bir yer. Beyte kulluk etmesinler, beytin Rabbine kulluk etsinler.

Bugün hacıları düşünün, hacıları düşünün. Beyt’in Rabbine hacca gidenler yüzde kaç, Beyt’e gidenler yüzde kaç? Düşünün. Beytin Rabbini düşünse eğer Haceru’l-Esved’i öpeceğim diye insana eziyet etmezler. Anlatabiliyor muyum? Eziyet ettiği insan Allah’ın şah eseri. Allah’ın şah eserini, orada kaç kişinin öldüğünü gördü, şu gözler. Hilaf yok. Hacda, Haceru’l-Esved’in önünde, polisin yerden cesedini topladığı kaç kişi gördüm. Ne, derdiniz sizin? Kâbe’nin sembol olduğunu unutursan, Kâbe sembol olmaktan çıkar put olur. Kâbe gibi putunuz olur. Haceru’l-Esved’in İbrahim’in emek sembolü olduğunu unutursan… Onu öpmek İbrahim’in elini öpmekti. Emeği öpmek aslında. Allah Resulü iki el öptü, iki el, sadece iki el. Biri Fatıma’nın değirmen, un çekmekten patlayan, su toplayan eliydi. Avcunun içini öptü. Biri de Medineli bir sahabinin akşama kadar çalışmaktan nasır bağlamış elini öptü. Yine elinin içini öptü. Başka kimsenin, ne büyüğünün, ne yaşlısının elini öptü. Anlatabiliyor muyum? Emeği öptü yani Allah Resulü. Emeği öpen bir peygamberin, emeğe abdest bozan bir ümmeti! Nasıl bir kombinasyon? Buyurun varın… Ortada, ortada…

Evet. Kur’an reddetti. “Felya’budû Rabbe hâze’l-beyt: Bari şu beytin Rabbine kulluk edin.” “Ellezî et’amehum: O Rab ki sizi doyurdu.” “Min cû’in: Açtınız, açtınız. Açlıktan sizi kurtardı, doyurdu.” “We âmenehum min hawf: Ve sizi korkudan emin hale getirdi.” Korkuyordunuz. Emin bir bölgedesiniz.

Şefaate inandılar: Emeği inkârın en tipik örneğidir bu. Oysa Allah’tan başka şefaatçi yoktu. Zümer suresinin 44. ayetinde söyler. Kur’an şefaati reddetti.

Kurtulmuşluk batağına saplandılar: “İnna zunen il zannen.” “Varsayalım ahiret var, biz ortada yırtacağız.” Niye? “Burada eğer refah içinde yaşıyorsak Allah bizi destekliyor.” Mantığa bakar mısınız? Bu mantık çok tipik bir mantık. “Ben varlıklıyım, o zaman Allah beni destekliyor. Falanca fakir, o zaman Allah onu desteklemiyor.” Mantığa bakar mısın? “Ben kazandım. Dolayısıyla kazandımsa Allah beni destekliyor.” Kadercilik işte böyle bir sapıklık getirir. “O kaybetti. Kaybettiyse Allah onu desteklemiyor.” “Kaybedene vurun.” Evet. “Ben istediğimi yapabilecek kudretteyim. O ise mazlum, aşağıda. Dolayısıyla Allah beni destekliyor. Allah onu da desteklemiyor. Allah’ın desteklediği ben, Allah’ın desteklemediği ona her türlü şeyi yapabilirim!” Mantık bu. Mantık bu.

Mesela bir engelli yavrusu olan kardeşlerimiz için de aynı mantık. Şimdi ne günah işledi de acaba Allah bunu verdi? Mantığa bakar mısınız? Kendisini nereye koyduğuna bakar mısınız? Her sağlam, engelli adayıdır. Her an seni bekliyor. İki ayaklı doğdun ama iki ayaklı öleceğine hiçbir garantin yok. Aynı şey gözün, kulağın, elin, kolun için de geçerli. Aynı şey torunun için de geçerli. Şeyhin torunu spastik doğar, ‘Allah büyüklere büyük imtihan verir’ olur. Ama şeyhe isyan etmiş müridin torunu spastik doğar “gördün mü işte, Allah’ın şamarı böyle olur”! Sizinki nasıl din? Nasıl din? Nasıl bir dininiz var sizin? Dolayısıyla, yani bu manada işte böyle düşünüyorlardı.

Kurtulmuşluk batağına saplandılar, Kur’an ‘pislikler’ dedi.

Kendilerini İbrahim’in ümmeti gördüler, Kur’an “ey kâfirler” dedi. Evet İbrahim’in ümmeti görüyorlardı. İbn’i Sad’ın dediği gibi: “Onlar kendilerini İbrahim’in çocukları, İbrahim’in yolundan gidenler olarak görüyor”. Ama Kur’an; “Qul yâ eyyuhe’l-kâfirûn: De ki ey kâfirler.” diyor. Niye? Küfür hakikatin üstünü örtmekti. Onlar hakikatin üstünü örttüler.

“Biz Kur’an’ı sevmedik. Bize başka bir kitap yaz da getir dediler.” Yunus 15. Evet öyle dediler. Yani yaz da getir dediler.

Ve… Onların kendini Müslüman diye adlandıran zihniyet çocukları 250 yıl sonra, 300 yıl sonra rivayetler uydurdular, paralel Kur’an’lar yazdılar, bu da Allah’ın Kur’an dışı vahyi dediler. İşte bizim hikâyemiz. Böyle saf, böyle temiz! Evet değerli kardeşlerim. Bu sefer sizi bir buçuk saatte bırakacağım inşallah.

Duyurum var. Mythbuster aranıyor. Mit savar. Füze savar var ya. Yalan savarlar aranıyor aranızda. Mitoloji savarlar aranıyor aranızda. Hurafe savarlar aranıyor. Allah rızası için artık içinizden ne olur; “benim de hobim hurafe yakalamak, hurafe avcısı huzurunuzda” diyen yiğitler çıksın. Hatta bir çuval açsın, bir torba açsın, bir dosya açsın, internette bir site açsın, hurafe avcısı desin adına, mythbuster desin. Biliyor musunuz Avrupa’da, Amerika’da, diğer yerlerde mythbusterlar var. Yalan haber yakalamak için ömrünü adayan insanlar. Bu haber doğru mu yalan mı? Teyit sitleri açılıyor bakın harıl harıl. Teyit etmeden, teyit sitesinden geçirmeden hiçbir habere inanmayın. Çünkü o kadar çamur ki ortalık. Peki teyitten geçirmeden nasıl imanınızın içine dolduracaksınız o kadar rivayeti. Onun için mythbusterlar lazım. Hurafe savarlar, yalan savarlar, uydurulmuş dinin şirretliğine aldırmayacak, taş yiyecek, iftira yeme pahasına, küfür yeme pahasına, tekfir yeme pahasına, tehdit edilme sünnetini işleyecek hakikat erleri aranıyor. Bunlar hep sünnet ha. Kabak yemek sünnet değildir, taş yemek sünnettir. Evet.

Kâinat ayetlerinde geçtiğimiz haftalarda güzel bir şey oldu. Gök bilimciler bir buçuk milyar yıl uzaklıktaki bir galaksiden tekrar eden radyo sinyalleri aldılar. Bu gerçekten güzel bir haber. İlk radyo sinyali 1977 yılında “SETI projesi” kapsamında “wow sinyali” denir ona. ‘Wow’ diye, raporu tutan gök bilimci; yanına, sinyalin yanına, bir kelime yazmış. Onun için wow sinyali denir ona. O zaman yakalamıştı. Ama o sinyal netleşti. Kâinattaki başka bir uygarlıktan, canlı değil, iki tane göktaşından geldiği anlaşıldı. Bu sinyalin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Kâinatta yalnız mıyız bilmiyoruz. Yalnız olmadığımızın ben bilgisine sahip değilim. Ama güneş sistemi bize yeterdi, bu kâinat bize çok. Allah israf etmez. Allah’ın yasalarından yola çıkarak yalnız olmadığımızı düşünüyorum. İnşallah öğreneceğiz bir gün.

Uydurulmuş dinden bir sahne: Bu çöpçünün, temizlikçi arkadaşımızın, süpürdükleri dualar. Burası ağlama duvarı. Kudüs’teki ağlama duvarı. Yahudilerin ibadet mahalli. Çünkü Hz. Süleyman’ın mabedinden kalan tek orijinal yer burası. Onun için burada gelirler, ağlarlar ve dualarını yazarlar, taşların arasına sıkıştırırlar. Bunları topladıktan sonra Zeytin dağında bir yere gömüyorlarmış. Fakat ilginç olan şu. Duaya yüklenen anlama bak: Bu süpüren falaşa Yahudi’si, kendisi de Yahudi’dir. Başında bulunan amiri de Yahudi’dir, aynı zamanda din adamıdır. Yani ruhban sınıfındandır. Ama süpürüyorlar duaları.

Süpürülecek dua etmeyin, duanızı süpürtmeyin. Bu da nerden geçiyor biliyor musunuz? Şundan geçiyor. Dualar dillerinizin söyledikleri değil eylemle ellerinizin eyledikleridir. Yani duanız yaptıklarınızdır. Tercihlerinizdir dualarınız. Tercih etmediğiniz şeyleri duanızla istiyorsanız diliniz ile haliniz birbirini yalanlıyor demektir. Dua bu değil. Duayı iyi öğrenelim.

Tavsiye görselim var. Evet. The Stoning of Soraya. Soreya’yı taşlamak. Çok fazla bir şey söylemeye gerek yok ama bir şeyler söyleyeceğim. Recm, Kur’an’ın reddettiği bir cezadır. Biz bu cezayı Kur’an’da görmüyoruz. Kur’an’da zina hakkında, zinanın cezası hakkında ayet var: Nur suresi 2. ayet. Fakat yüz binlerce belki milyonlarca kadın, yüzlerce yıldır böyle taşlandı ve öldürüldü. Sadece kadın değil, erkekler de. Bu kadın bir iftiradan dolayı taşlandı, o da ayrı. Bu yaşanmış bir olay. İran’da yaşanmış bir olay.

Şöyle bir şey okudunuz: Keçiyi nasıl bilirsiniz keçiyi? Keçi. “İyi bilirdik rahmetliyi” mi diyeceksiniz? “İyi ki yemiş o ayeti” mi diyeceksiniz? Ayet yiyen zındık keçi. Ayeti yemiş. Gelmiş, ayeti yemiş, ayeti yedi diye bir ayet Kur’an’dan eksik kalmış! Kur’an eksik olmuş yani. Kur’an’ın ayetini keçi yemiş. Ve Kur’an eksik yazılmış! Kur’an’a girmemiş, çünkü keçi yemiş! İnanmıyor musunuz? Siz bu kitaplardan daha mı iyi bileceksiniz? Ahmet bin Hanbel’in Müsned’inde, Buhari’nin Sahih’inde, Müslim’in Sahih’inde, İbn-i Mace’nin Sünen’inde, Ebu Davud’un Sünen’inde bunlar, bu rivayet var. Parça parça, farklı farklı, hepsi birbiriyle dövüşen. Ama rivayetin özü aynı. Ayeti keçi yedi onun için Kur’an’a girmedi!

Bir Allah düşmanına, peygamber düşmanına, Kur’an düşmanına bir sipariş verseniz, siparişte şu şartları koşsanız, siparişin alt maddelerinde; “Allah’la, peygamberle, İslam’la bir, dalga geçecek. İki onları boşa düşürecek, yalancı yerine koyacak. Üç onlarla alay edecek. Dört onları rezil edecek. Beş onların asılsız olduğunu söyleyecek bir rivayet sipariş ediyorum sana, bana böyle bir rivayet uydur.” dese, ancak bu uydurulabilirdi. “Keçi rivayeti”. “Keçi ayeti yedi, ayet Kur’an’a bunun için girmedi!” Hangi ayet o ayet. “Recm ayeti”! Recm ayeti: “Eş-şeyhu we’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fercumûhumâ elbette.” Hiçbir tarafıyla tutarlığı yok. Şeyh yaşlı erkek, şeyhe yaşlı kadın. Efendim, “yaşlı erkekle, yaşlı kadın zina ederse onlar elbette recm edilir.” Kur’an’da “elbette” sözcüğü hiç geçmez. İşin ilginci de bu. Dolayısıyla bu anlamda böyle bir rivayeti uyduracaksanız; bunu ancak bu dine kötülük yapmak isteyen, bu dinden öç almak isteyen, intikam almak isteyen bir garezkâr uydurur.

Peki nasıl ettiniz de bu kitaplarınıza koydunuz? Bunlar bazılarının paralel Kur’an ilan ettiği altı, paralel Kur’an’ın altı kitabının beşi. Bir tanesi eksikmiş. Nasıl ettiniz? Tirmizi eksik. Evet. Bilmiyorum, tam araştırılsa onda da belki ucu bulunur.

Süreyya’yı taşlamak, Kur’an’ı taşlamaktır! Nur suresini taşlamaktır. Ayeti taşlamaktır, Nur suresinin 2. ayetini. Yahudi linç kültürünü İslam’a taşımaktır. İsa nebi tüm linçcilere şöyle diyordu: “İlk taşı günahsız olan atsın”. Var mı taşlayacak? İlk taşı günahsız olan atsın. Süreyya’nın hikâyesi İran’da yaşanmış bir iftira hikâyesi. Benzer hikâye ile tarih boyunca kaç kadın ve erkek Allah rızası için katledildi? Şark toplumlarını linç toplumu eden geleneği lanetlemeden linç kültürünü değiştiremezsiniz.

Bu filmi seyrederken yüzde beş yüz ağlayacaksınız. “Ağlamayın” diyeceğim, “duygusala bağlamayın” diyeceğim ama ağlayacaksınız. O ayrı. Tamam ağlayacaksanız eğer, bari sadece Süreyya için ağlamayın. Kur’an için ağlayın. Kur’an’a bu iftira edildiği için. İslam için ağlayın. Müslümanların böylesine bir zillete, böylesine bir iftiraya duçar edilmiş masum ve mazlum iftiraya uğramış tüm insanlar için ağlayın.

Dahası, dahası bu linç kültürü hâlâ yaşıyor. Şimdi taşlayamayanlar başka şekilde linç ediyor. Sevmediklerini, katılmadıklarını, farklı olanı linç etme kültürü buradan geliyor. Onun için bu linç kültüründen kurtulmadıkça Müslüman Şark asla ve asla insanlık dairesine giremeyecek. Onun için bu anlamda “Süreyya’yı taşlamak” filmini linç kültürünün nasıl acı sonuçları olmuş, onu izlemek için de görün. Onu izledikten sonra eğer, eğer içiniz alıyorsa, Afganlı Ferhunde’nin taşlanarak öldürülme görüntüsünü; önce tahtalarla, sonra taşlarla, sonra üstüne araba sürülerek, sonra da yakılma görüntüsünü… Ki ilahiyat okuyan bir kızımızdı, Ehl-i Kur’an bir kızımızdı. Bir muskacıya orada itiraz ettiği için, muska yaparak insanları aldattıklarını söylediği için, ‘Kur’an yakma’ iftirasıyla yakıldı. Onu da izlersiniz arkasından.

Benim kahramanlarım

Bunu gördünüz mü? Şimdi bakın Müslüman Şark kurnazdır. Şark kurnazlığı diyoruz ona. Nasıl bir şey şark kurnazlığı biliyor musun? Şöyle bir şey. Bu amcamızı tenzih ediyorum. Bu amcamızı kesinlikle tenzih ediyorum. Zaten kahramanım olarak koydum buraya. Ama şark kurnazı şöyle bir şeydir. Terazide tartarken bu miligramlık şeye dikkat eder ama deveyi hamutuyla götürür. Anlatabiliyor muyum? Onun için küçük şeylerde ayrıntıya dikkat eder, kuruş farkını verir ama o fark eğer milyarlara baliğ olursa onu cukka yapar. O şark kurnazlığı. Ama bu amcamızın yaptığı gerçek, gerçek bir dürüstlüktür. Yani gördüğümüz bu. Çünkü öyle olsa, mal götürse, zaten böyle bir yerde kalmaz. Bu yaşta bakkal dükkânı çalıştırmaz öyle biri olsa. Onun için burada kese kâğıdında bir şey tartıyor. Eski teraziler. Bir kefede alınan mal var. Öbür kefede de ağırlık var. Görüyorsunuz gramı. 200 gram olsa gerek bu. Ama onun altında da bir kese kâğıdı var. Çünkü o kese kâğıdı kadar ağırlığı hak geçmesin diye oraya koymuş. Eyvallah. Onun için hakka rivayet eden, başkasının hakkına el uzatmayan, boğazından haram lokma geçirmeyen, geçmesin diye tir tir titreyen, başkasının hakkını yemektense ölürüm aç dururum, açlıktan ölürüm diyebilecek kadar dürüst olan insanlara buradan selam olsun diyorum.

Sosyal medya hesaplarımız burada. Lütfen ilginizi esirgemeyin. Çünkü orada siz yoksanız eğer linç ehli uydurulmuş dinciler var. Onun için eğer siz yoksanız onlara bırakıyorsunuz. Odalar tutmuşlar, salonlar tutmuşlar. Paraları bol. Çünkü Allah’tan korkmuyorlar. Onlar için gasp, ganimetle eş anlamlıdır. Gasp ediyorlar, adını ganimet koyuyorlar. Ganimet koyup ta gasp ettikleri paraları trollerine vererek hücum ettiriyorlar. Linç ettiriyorlar. Siz o meydanı onlara bırakırsanız bu daha çok uzun sürecek. Lütfen ilginizi esirgemeyin.

Hepinize teşekkür ediyorum. Akleden kalbinize hikmet olsun. Afiyet olsun efendim. Tekrar hoş geldiniz. Allaha emanet.

Yorum Yaz