Siz kendinizden memnun değilseniz, başkaları sizden niçin memnun olsun?

Bir “sonradan görme” düşünün ki, sakallı bir babası örtülü bir annesi olduğundan utanıyor.

Televizyondaki spikere bakıyor, kendisinin nereli olduğunu ele veren lisanındaki aksandan utanıyor. Nüfus cüzdanının “doğum yeri” hanesinde “İstanbul, İzmir” yazanlara bakıyor, Anadolu’nun falanca vilayetinin, falanca ilçesinin falanca köyünde doğmuş olmaktan utanıyor; “çağdaş” isimlere bakıyor, “Hatice’, “Ayşe”, “Ahmet”, “Mehmet” gibi oldukça “mürteci” gelen adından utanıyor; şehirlilerin açık ve kansız tenlerine bakıyor, kanlı canlı hafif esmer teninden utanıyor; düz saçlılara bakıyor, haleli saçlarından utanıyor…

Özetle kendisinden utanan bir lümpen. Kendisinden, sahip olduğu ve kendisini kendi yapan hiçbir değerden memnun ve razı değil. Onlar içerisinde övünülecek olanları bile bir ayıp gibi görüyor ve saklamaya çalışıyor. Elinden gelse, gerçek kimliğini gizlemek için adını, dilini, doğum yerini, tenini, saçını ve hatta ana-babasını değiştirecek.

Böyle birinin çıkıp, insanlara kendisini tanıtmaya çalıştığını düşünebiliyor musunuz? Hatta insanları kendisine çağırdığını, arkasında durmaya, kendisini desteklemeye, sahip olduğu kimliği ve o kimliğe ait her bir unsuru el birlik yüceltmeye çağırdığını düşleyebiliyor musunuz?

Böyle bir şeyin insanı acıyla karışık tebessüm ettiren bir durum olduğuna, sanırım kimsenin itirazı olmazdı. Destek isteyen bu kendi kendisine yabancılaşmış tip, kendi değerlerinden utanırken, başkalarını kendisinin utandığı değerleri desteklemeye çağırıyordu; kendisi kendi adresinde bulunmazken, başkalarını adresine çağırıyordu; kendi kendisiyle kavgalıyken, başkalarını kendisiyle barışık olmaya çağırıyordu; kendi kendisine yabancılaşırken, başkalarını kendisiyle bilişmeye, tanışmaya çağırıyordu.

Davet ettiniz, fakat siz nereye gittiniz?

Müslüman kimliğiyle siyaset yapmaya kalkan kişi ve kadroların ilk önce halletmeleri gereken problem, kimlik ve kişilik problemidir. “Siz kimsiniz?” diye soran birine, hiç utanmadan, sıkılmadan, iftiharla “ben buyum” diyebilecek kadar kendilerinden ve değerlerinden emin olabilmeliler. Buna bir başka ifadeyle “ben idraki” denir; yani kendinizi başkalarına tanıtmadan önce kendinizin ne olduğuna sizin bir karar vermeniz ve kendinizi öncelikle sizin tanımanız. Başkalarına kendinizi tanıtmak daha sonra gelir.

Peki, Türkiye’de Müslüman kimliğiyle siyaset yapan kişi ve kadroların bir “ben idraki” var mıydı? Eğer var idiyse, onları kendileri yapan kimliklerini iftihar edilecek bir nişan gibi mi, yoksa utanılacak bir ayıp gibi mi taşıyorlardı? Ait olduğu kimliğini, mahcup bir eda ve mazeretçi bir tavırla utana sıkıla taşıyanlara saygı duyulduğu nerede ve ne zaman görülmüş? Başkalarının kendisine saygı göstermesini isteyenin yapması gereken vazgeçilmez şey, önce kendi kendisine saygı duymak olmalıdır.

Müslüman kimliğiyle siyasete atılan kadrolar, oldukları gibi görünmeyi mi tercih ettiler, yoksa güç odaklarının kendilerini görmek istedikleri gibi mi görünmeyi? Dünyanın en eskimez hakikatidir: Her taraf olan bertaraf olur; her şey olan hiçbir şey olamaz. “İyi ama efendim siz bizden değilsiniz” diyen her güç odağını, yemin-billah onlardan olduğuna ikna etmek için girmedik boya küpü bırakmamak, hatta “Ne demek sizden değil, biz siziz efendim, ta kendisiyiz” üslubuyla gülünç durumlara düşmek, size kimlik dayatanların sizi benimsemelerine yetmez, sadece kendi kendinize yabancılaşmış olmakla kalırsınız.

Eğer davet sahibiyseniz, önce sizin bir adresiniz, durduğunuz sabit bir noktanız olması gerekir. Eğer ilan ettiğiniz adrese davet ediyor ve fakat gelenler sizi kendi adresinizde bulamıyorlarsa, onlara dönüp de şu sitemi etme hakkınız yoktur: Niçin beni beklemedin?

“Sarık altı frak” modeli

Neydi o vitrin yenilemeler? Neydi o imaj değiştirmeler? Sizi taşlamak için elinde taş hazır kıta bekleyenler, zaten bunu istiyorlardı: Tüm sermayenizi vitrine yüklemenizi. Çünkü sermayesini vitrine yükleyenlerin bir taşlık canı olurdu, bunu bilmeyecek ne var.

Batı modernitesinin istila ettiği bu yalan çağının “cilalı imaj devri” olduğunu söyleyenler doğru söylemişlerdir; fakat aynı akıldaneler, kimlikle örtüşmeyen bir imajın “üstü kaval altı şişhane” deyimini hatırlatacağını neden söylemediler? “Sarık altı frak” modelinin el aleme gülünç olmaktan başka bir sonuç getirmeyeceğini bilmek için dahi olmaya gerek mi vardı?

Hatada hikmet arayanlar, unuttukları ya da unutturuldukları birçok şey gibi, onu da unutmuş olabilirler; fakat kanal kanal “Falancaların Çiller’i” diye pazarlanan o eczacı sarışının ibretlik akıbetini ben hiç unutmadım. Hangi parlak zekanın ürünüydü o ve onun gibiler? Öz babasını “modern” çevresine “uşağım” diye tanıtan hayırsız evlat misali, kendi vefakar ve sadık tabanına, imaj yenileme uğruna “uşak” muamelesi yapanlar, “ötekileri” ikna edemedikleri, gibi, “berikileri” de kaybetmekle yüz yüze kaldılar.

Abbasiler’in iktidarlarını kendilerine borçlu oldukları Horasanlı Ebu Müslim’in, dünyanın en güçlü hanedanıyken kısa zamanda ibret-i alem olan Emeviler için tarihi bir tesbiti var:

“Düşmanlarını kazanmak için dostlarını küstürdüler. Fakat düşmanlarını kazanamadıkları gibi, dostlarını da kaybettiler.”

Yorum Yaz