Tarih övgü ya da sövgü malzemesi değildir

Geçen yazıda “Tarihi savunmaya yüz gerek” demiştim. Ecyad Kalesi’nin yıkımını ilmi ve objektif bir zeminde tartışma yerine, hamasi nutuklarla ortalığı velveleye verenlerin kaldırdığı toz duman içerisinde, gerçeğin eli yüzü görünmez oldu.

Çünkü bu toz duman arasında kerameti kendinden menkul beyler, sonraki yanlışlara önceki yanlışları referans yaptılar. Bozacı şıracıyı şahit gösterdi. Yeni yalan, eski yalana atıf yaptı. Bu böyle sürüp gitti…

Neden bu ülkede böylesine ciddi meseleler, “fast-food” kültürünün ayaktakımı seviyesinde ele alınır, bilmem ki. Cumhuriyet aydınıyla Osmanlı aydınını ayıran kalın çizgi işte burada ortaya çıkıyor. Sakallı Celal’in neden “Cumhuriyet” yerine “ciddiyen” ilanını öncelediğini daha iyi anlıyorsunuz.

Yüzyılın hukuk cinayetlerine damgasını vurmuş İstiklal Mahkemeleri’nin elinden kellesini son anda kurtarmış mazlumlardan Mesnevi Şârihi Tahir Bey (Olgun) için anlatılır: İstanbul’da bir Osmanlı lisesinde muallimken, çalıştığı lisenin müdürü “Amr” ila “Ömer” arasındaki vav farkını bilemediği için, “Ben Amr ile Ömer arasındaki yazı farkını bilmeyen biriyle çalışmam” diyerek işinden istifa eder.

Tarih kimsenin övgü ya da sövgü malzemesi olmamalıdır. Fakat bizde “tarih” oldum olası “makulün” değil “mahsusun” konusu olmuştur. Sanki bir ilim değil de, bir zevk meselesiymiş gibi ele alınır. Haddi zatında “Tarih bir ilim midir?” tartışmasının geçmişi hayli eskilere gider. Fakat bu tartışma “Tarih ilimlerin anasıdır” şeklinde sonuçlanmıştır.

Cumhuriyet döneminde, iddia edildiği gibi, hissi ve akıl dışı bir tarih anlayışından ilmi ve rasyonel bir tarih anlayışına geçilmemiştir. Bırakın geçilmesini, daha hissi, daha fantastik bir uğraş alanına dönüşmüştür tarih. Öyle ki, “tarih yazımı” bir tarafa bırakılıp “tarih yapımı” devreye sokulmuştur.

Tarih yapımı, yani “asparagas tarih”… Masa başında düzülüp koşulan, acı gerçek yerine tatlı yalana bayılan tiplerin “Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövdükleri” simülatif ve sanal bir tarih. “Kutsal şimdi”ye karşı, “tu-kaka geçmiş” dilemması…

Tarihi aşk ve nefretin konusu haline getirenlerden, başkaca da bir şey beklenemezdi doğrusu. Ancak böyle bir anlayış, kendi geçmişine ait vagonlar dolusu tarihi vesikayı Bulgarlara hurda kağıt fiyatına satabilirdi.

Bulgaristan’a vagonlar dolusu tarihi malzemeyi satanlar, aslında “kendi geçmişlerini” satıyorlardı. Psikolojileri buydu; çünkü geçmişlerinden nefret ediyorlar ve ondan kurtulmak istiyorlardı. Bu durum psiko-patolojinin konusudur. Bu ruh halinin ayrıntılı tahlilini ve hangi ruh hastalığına tekabül ettiğini işin uzmanlarına bırakıp geçiyorum.

Devlet destekli ve teşvik belgeli bu marazi tavır, karşı kutupta düşman kardeşini ortaya çıkarmakta gecikmedi. Sövgücü söyleme karşı övgücü söylem…

Tabi bu söylemin işi karşı kutuptaki düşman kardeşlerinden daha kolaydı. Çünkü “şanlı tarih”in tanığı olan “canlı sayfalar” o kadar çoktu ki. Bunları bulup çıkarmak hiç de zor olmadı. Fakat, burada durulmadı ve durulması da mümkün değildi. Tarih bir kez “zevklerin ve renklerin konusu” yapılıp hissi alana taşındı mı, “bilim” olmaktan çıkar “doğma” halini alırdı; tıpkı bugün “Cumhuriyet tarihi” konusundaki resmi tavırda olduğu gibi

Sövgücülere “Osmanlı’nın cansız kalesini bırakın da, canlı kanlı birer insan olan Osmanoğullarına ne oldu, ondan haber verin?” diye soramadığınız gibi; övgücülere de “Paşası olduğu devlete ihanet edip Kütahya’ya kadar işgale yeltenen Kavalalı Mehmed Ali’nin İngiliz desteğinde Taif’e girerek katlettiği binlerce insanın suçu neydi?” diye soramazsınız.

Dahası, Kavalalı Paşamızın Taif ve civarında oluk oluk kan akıtarak sağladığı ‘asayişten’ dolayı İngiltere Krallığı’nın neden Yüzbaşı George Forester Sadlier başkanlığında bir heyet göndererek, nişanla taltif edip kutlama gereği duyduğunu da soramazsınız.

Suudi Krallığı’nın ABD için ne kadar sevimli olduğunu bilmeyen mi var? Tıpkı Şerif Hüseyin’in İngilizler için olduğu kadar. İyi ama, İngiliz sevgisi kötü bir şeyse, İngilizler bizde pek muteber olan kimi siyasileri de çok sevmişlerdi; üstelik anlı-şanlı nişanlarla taltif edecek kadar…

Hepsi bir yana, ABD şu günlerde yaşlı başbakanımızı bağrına basacak kadar sevmiyor mu?

Görüyorsunuz ki, sorulacak soru çok. Yeter ki siz, cevabını verecek adamı bulun.

 

Yorum Yaz