Tarih Tasavurumuz

Bir ‘varlık’ konusu olarak ele alacak olursak, tarih, türler içinde, ‘tarih yapan ve tarih yazan’ olarak bilinen tek tür olan insanı da aşarak bütün bir varlığı kuşatacaktır.

Tarih bilginin mi varlığın mı konusudur?

Kimileri tarihi “ilimlerin anası” sayarken, kimileri tarihi ilim bile saymaz. Bu da tarihin uğradığı talihsizliktir.

Nedir tarih? Olgular ve yaşanmışlıklar mıdır? Her olgu ve her yaşanmışlık tarih midir? Değilse hangilerinin tarih olduğuna kim, neye dayanarak karar verir? İşin içine tercih ve seçim girince orada saf tarihten söz edilebilir mi?  O zaman ‘tarih’ dediğimiz ilim tarihçinin gösterdikleri midir? Eğer öyleyse tarihin ne kadarı tarih, ne kadarı tarihçinin yorumudur? Yoruma tarih diyeceksek, ‘herkesin tarihi/ yorumu kendine’ sonucuna ulaşmış olmaz mıyız? Tarih ile tarih ilmi arasında bir ayrım yapılmalı mıdır?

Bir fotoğraf sadakati içerisinde tarihi nakletmek mümkün müdür? Diyelim ki mümkündür ve tarihçi bir fotoğrafçının yaptığı gibi gördüğünü ve bildiğini aynen yansıtmıştır. Bu durumda mutlak objektiflik sağlanmış mı olacaktır? O zaman şu sorular ne olacak: Neden bu anın değil de şu anın fotoğrafı? Neden bu kare değil de şu kare? Neden bu açı değil de şu açı? Neden bu ışık ve gölge değil de şu ışık ve gölge?

Şu durumda tarihi incelemeden önce tarihçiyi mi incelememiz gerekir? Aslında tarih diye okuduklarımız, saf tarih değil de tarihçinin olay ve olguları yorumu mudur? Eğer biz o tarihçinin yerinde olsaydık, objektiflik sorununu mutlak anlamda aşabilecek miydik? Mesela tarihi bir olayı kendi yaşadığımız anın gözleriyle değil de olayın gerçekleştiği anın gözleriyle okuyabilecek miydik? Kendi şimdi ve buradamızdan değil de, olayın kahramanlarının şimdi ve buradasından yola çıkarak anlayabilecek miydik?

Gördüğünüz gibi soruların ardı arkası gelmiyor. Esasen bu ve buna benzer sorular, tarihi bir ‘bilgi’ (epistemoloji) konusu olarak ele alınca kaçınılmaz görünüyor. Eğer öyle değil de tarihi bir ‘varlık’ (ontoloji) konusu olarak ele alacak olursak, orada iş değişecektir. O zaman tarih, türler içinde, ‘tarih yapan ve tarih yazan’ olarak bilinen tek tür olan insanı da aşarak bütün bir varlığı kuşatacaktır.

Kâinatın tarihi… Galaksinin tarihi… Güneşimizin tarihi… Dağın ve taşın, kurdun ve kuşun tarihi… Denizin ve ırmağın tarihi… Arizona’daki Grand Kanyon’un ya da Kapadokya’daki Ihlara Vadisi’nin tarihi… Alt Kıta’daki Harappa’nın ya da Urfa’daki Göbekli Tepe’nin tarihi…

Maddi varlıkların tümü bilgi deposudur. Elinizi bir ırmağa daldırın ve bir avuç su alıp tahlil edin, size suyun gelip geçtiği yerlerden bir bir haber verecektir. Elinize aldığınız her taş, kendi tarihini içinde taşıyan bir bilgi kaynağıdır. Bir bitkinin gen haritasını çıkarın, binyıllar, hatta milyon yıllar içerisinde geçirdiği dönüşümlerin yol haritasını önünüze koyacaktır. Kendi âdemi, hatta silsile halinde sondan başa doğru kadim âdemleri hakkında bilgi sunacaktır. Aynısı insan geni için de söz konusudur. Gördüğünüz gibi tarihi ‘bilgi’ değil de ‘varlık’ açısından ele alırsak işin rengi tamamen değişmekte, yukarıdaki sorular anlam ve önemini kaybetmektedir.

Varlık, Kur’an’ın nüzul sürecinden önceki Kur’an’dır. Tabiatın Kur’an’ı ile Kur’an’ın tabiatı arasında mahiyet farkı yoktur. İkisi de “Allah’ın sünnetine” tabidir. İkisi de aynı kaynaktan beslenir. İkisi de âyetlerle doludur. İkisi de yaratıcısını gösteren birer şahadet parmağıdır. İkisi de ilahi rehberliğin iki farklı şeklidir. Biri diğerini tekzip etmez, teyit eder. Biz bunu Kur’an’ın tarihe yaklaşımından da anlamaktayız.

Kur’an’ın üçte ikisi tarihtir

“Kur’an’da tarih var mıdır?” sorusu abestir. Kur’an’ın en az üçte ikisi geçmiş olay ve olgulardan söz eder. Adı üstünde “peygamberler tarihi” ile ilgili âyetleri Kur’an’dan çıkarsak geriye ne kalır? Yine peygamberler tarihiyle iç içe geçmiş olan helak olmuş inkârcı kavimlerin tarihi için de aynı şey geçerlidir.

Ne var ki kişi, Kur’an’ın naklettiği tarihî kişi ve olaylara salt ‘tarih’ olarak bakmamalıdır. Zira Kur’an’da anlatılan her peygamber kişi olarak tarihin konusu olmakla birlikte, misyon olarak günün ve ânın konusudur. Kur’an’da anlatılan iyiler için geçerli olan şey kötüler için de geçerlidir. Onlar kişi olarak tarihte kalmış, fakat misyon olarak tarihte kalmamışlardır. Kur’an Hz. İbrahim’i ve Hz. Muhammed’i “güzel örnek” olarak takdim eder. Bir kişinin örnek olarak takdim edilmesi, onun misyonunun yaşadığı tarihte bırakılmayıp çağa taşınmasıdır. Kur’an Hz. Muhammed’i muhataplarına “arkadaşınız” (sâhibukum)  diye takdim eder. O “arkadaşımız” olmalıdır. Bunun için tarihte kalmamalı, şimdi ve buradamıza taşınmalıdır.

Âdem ve İblis kıssası hatadan dönmenin ve hatada direnmenin kıssasıdır. Nuh peygamber kıssası, görevde sonuna kadar direnişin kıssasıdır. İbrahim peygamber ve ailesinin kıssası, teslimiyet ve hicretin kıssasıdır. İmran ailesinin kıssası adanmanın kıssasıdır. Yusuf peygamber ve azizin karısının kıssası iffet ve iffetsizliğin kıssasıdır. Musa peygamber kıssası, günahla kirlenmiş eli tertemiz etmenin kıssasıdır. Kendisinin 99 koyunu varken başkasının elindeki bir koyuna göz diken birine benzetilen Davud peygamberin kıssası, kanaatin kıssasıdır.

Allah Rasulü’ne defalarca “Günahın için bağışlanma dile” denilir ve birçok konuda uyarılır. Onun Rabbinden azar yediği Abese Sûresi’nde, peygamberler de dâhil insanoğlu için kusursuzluğun imkânsız olduğu şöyle vurgulanır: “Yooo! Hiç kimse aldığı emri kusursuz olarak yerine getirememiştir.” Kur’an’da peygamberler üzerinden “Kusursuz kul yoktur, özeleştiri herkes için şarttır” mesajı verilir. Hatta tüm inkârcı kavimlerin ortak isteğinin “melek peygamber” olduğu vurgulanarak, gelecek tüm nesillere; “Büyüklerini melekleştiren kâfir kavimler gibi olmayın” mesajı verilir.

Kur’an Firavun’u, Hâman’ı, Kârun’u, Ebu Leheb’i tarihi kişilikler olarak sunar. Fakat asıl dikkatimizi “firavunluğa”, “hâmanlığa”, “kârunluğa”, “ebulehebliğe” çeker. Zira Firavun’lar ölür, firavunluk ölmez. Karunlar ölür, Karunluk ölmez. Ebu Lehebler ölür, Ebu Leheblik ölmez.

Kur’an “kutsal tarih”e izin vermez

Eğer kutsal bir tarih olsaydı bu tarih peygamberler tarihi olurdu. Fakat yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi Kur’an peygamberlerin günah, hata ve kusurlarını bile gizlemeden sayıp dökmüştür. Bunu kasıtlı yaptığı anlaşılmaktadır. Maksat “kutsal tarih” yalanına izin vermemektir. “Kul kusursuz olmaz” mesajını ısrarla işlemekte, kusursuzluğun Allah’a mahsus olduğunu muhatabının zihnine çakmaktadır. Bir numaralı âyetinde “Övgülerin tümüyle Allah’a mahsus olduğu” hakikatini işleyerek, “kutsal tarih” mitolojisini bertaraf etmektedir. İsa nebinin sevenleri tarafından ilahlaştırılmasını detaylarıyla anlatarak, aksi bir durumun vahametini gözler önüne sermektedir.

Peki, müslümanlar Kur’an’ı dinlemişler midir?

Hayır, dinlememişlerdir. Birçok konuda yaptıkları gibi, Kur’an’ın tarih tasavvurunun da etrafını dolanmışlardır. Kur’an “kutsal tarih” yalanını yerden yere vururken, müslümanlar “kutsal tarih” yalanını isbat etmek için bin dereden su getirmeye koyulmuşlardır. Bunu yapmak için Kur’an’a yeni bir âyet ilave edemeyeceklerini iyi bildiklerinden, “hadis” adı altında uydurdukları rivayet kültürü üzerinden “kutsal tarih” icat etmişlerdir.

Müslümanların kendi tarihlerine karşı hastalıklı duruşlarını, bundan 25 yıl önce kaleme aldığımız İmamlar ve Sultanlaradlı eserimizin girişinde şöyle tasnif etmiştik:

  1. Tarihi kutsayanlar.
  2. Tarihi gizleyenler.
  3. Tarihi horlayanlar.

Kutsayanlar: Tarih, geçmişle övünmek için kutsanır. Bu bir kaçıştır, olumsuz şimdiden şahane geçmişe kaçış. Onlar geçmişi hep “şanlı tarih” olarak algılarlar. Onlara göre geçmiş pürüzsüz, şimdi berbat, gelecek belirsizdir. Böyle yapan fert ve toplumlar zaman dışıdırlar. Kendi zamanlarında değil, başkalarının zamanında yaşamak isteyen zavallılardır. Evde kaybettiklerini, aydınlık diye sokak lambasının altında arayan şaşkına benzerler.

Gizleyenler: Tarih, gerçekler görülmesin diye gizlenir. Tarihini gizleyenler tarihinden utananlar, ama utandığını bile itiraf etmekten aciz olanlardır. Her nedense onların ısrarla gizledikleri bir türlü gizlenemez, birileri onları açığa çıkarır. Gizlemek istedikçe daha bir görünen ayıp gibidir. Gizlemek için tarihi tahrif etmekten, yalan söylemekten, gerçeği çarpıtmaktan çekinmezler. Ama bunların hiçbiri de son tahlilde işe yaramaz. Zira gerçeğin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.

Horlayanlar: İddialarını kaybedip mağlubiyeti içselleştirmiş toplumlar ise kendi tarihlerini horlar ve ondan utanırlar. Tıpkı öz ebeveyninden utanan sonradan görmüş biri gibidirler. Böyleleri ödünç tarihlerle yaşarlar, başkalarının tarihiyle caka satarlar. Kendi tarihlerini, düşmanlarından daha fazla aşağılarlar. Hatta düşman olurlar.

Bu üç tavrın da ortak noktası “tarihsizliktir.” Kur’an bu tür marazi yaklaşımların tümünü şöyle mahkum eder: “Onlar bir ümmetti, geldi geçti; onların kazandıkları iyi şeyler kendi lehlerine, kötü şeyler kendi aleyhlerinedir. Siz onların yaptıklarından hesaba çekilecek değilsiniz.” (Bakara 2/134). Bu âyet Kur’an’ın nasıl bir tarih tasavvuru önerdiğini ortaya koyar. Eğer tarih tasavvurumuzu Kur’an şekillendirirse, tarih bir övgü veya sövgü malzemesi olmaktan çıkar, bir ibretler galerisi olur.

Yoksa doğru dürüst ne ilk Kur’an neslini, ne peygamberler tarihini, ne ümmet-i Muhammed tarihini, ne halifeler dönemini, ne iç ihtilafları ve savaşları, ne Emevi, Abbasi, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı’yı konuşabiliriz. Kekeme bir dile mahkûm oluruz. Hık-mık arasında gider geliriz. Gerçekler acı diye onlardan kaçar, kendi uydurduğumuz tatlı yalanlarla yaşarız. Bu arada olan gerçeğe olur. Mesela pür insani bir tecrübe olan ve hatasıyla savabıyla, acısıyla tatlısıyla İslam’ın tecrübe dağarcığının en önemli halkasını teşkil eden ilk nesli kutsayarak “Asr-ı Saadet” gibi tumturaklı isimlerin arkasına sığınırız. Bu bize kendimizi iyi hissettirir. Fakat çocuklarımızın ve torunlarımızın sorularına cevap veremez oluruz. Bu kez onlara gerçeği hatırlatanlara saldırmaya başlarız. Bizi tedirgin eden olayların kahramanlarını hoş görür, hatta melekleştiririz de, o olayları dile getireni yerden yere vururuz.

Huyumuz kurusun, biz işte böyleyiz. Bu yüzden diriyken taşladıklarımıza ölünce tapınırız. Kendi tarihimizi ve onu oluşturan şahsiyetleri Kur’an’ın peygamberler tarihi üzerinden bize öğrettiği âdil ve mutedil bakış açısıyla bir türlü ele alamayız. Emevi, Abbasi, Osmanlı ya melektir ya şeytan. Sultan Abdülhamid ille de ya “cennetmekân ulu hakan” ya da “kızıl sultan”dır. Bu arada olan övgü ile sövgü arasında kaynayıp giden gerçeğe olmaktadır. Patrona Halil’i dönemin saray tarihçisi Abdi Efendi’den okuyunca nefret edersiniz, Destari’den ve Küçükçelebizade Âsım Efendi’den okursanız hayran olursunuz. Niçin? Çünkü birinci isim ona iktidarın baktığı yerden, yani piramidin tepesinden bakmaktadır.

Allah Rasulü’nün “kutsal tarih”e karşı mücadelesi

Kur’an iniyorken ve Allah Rasulü hayattayken mitolojik ve efsanevi bir tarih kurgulanamazdı. Zira bu tür her teşebbüsü Kur’an doğrudan akamete uğratıyordu. Kur’an ile terbiye olan Allah Rasulü de hiçbir mitleştirmeye izin vermiyordu. Kendisi hayattayken her türlü kutsallaştırma girişimlerini başarılı bir biçimde geri püskürtüyordu. Kendisinin geçmiş ve geleceği bilen biri olduğunu söyleyen birine Ahkâf Sûresi’nin 9. âyeti ile uyumlu olarak “Sen ne diyorsun be! Vallahi bana yarın ne yapılacağını ben bile bilmiyorum” diyordu. “Sen ve Rabbin olmasaydı şu işimiz olmazdı” diyen birine “Sen ne kötü bir hatipsin, beni Allah ile aynı zamirin içinde nasıl anarsın?” diyordu. “Meryem oğlu İsa’yı uçurdukları gibi beni de uçurmayın! Ben sadece bir kulum; Allah’ın kulu ve elçisi” deyin diyordu. Oğlu İbrahim’in ölümü sırasında “güneş bile onun yasını tutuyor” diyenleri duyunca, “Allah hiçbir fani kul için yasasını bozmaz” diyordu.

Bedir zaferini “kutsal tarih” oluşturmada istismar etmesinler diye Allah mü’minlere Uhud’u tattırdı. Üstelik “Bu yenilgi başımıza nereden geldi” diyenlere açıkça Kur’an “kendi yüzünüzden geldi” diye azarladı. Allah Rasulü’nün arkasında beş vakti kılan insanların içinden yüzlerce münafığın çıkması, “kutsal nesil” mitolojisini yerle bir etmeye yetmeliydi. 10 bin kişinin öldüğü Cemel savaşına emir komuta eden iki tarafın da Allah Rasulü’nün “ev halkından” olması, “kutsal aile” mitolojisini yerle bir etmeye yetmeliydi. Gel gör ki, hiç de öyle olmadı.

Kur’an’a rağmen Müslümanların kutsal tarih icat etme girişimleri nispeten çok erken dönemlere rastlar. Allah Rasulü’nün vefatının hemen ardından yaşanan tatsızlıklar, ilk dört halifeden üçünün içeriden birileri tarafından öldürülmüş olması, on bin sahabinin birbirini öldürdüğü Cemel, ardından başlayan ardı arkası gelmez iç ihtilaflar ve savaşlar, bu savaşlarda ve ihtilaflarda işlenen akıl almaz cinayetler… Bütün bu süreci anlamak için “melâhim” edebiyatına şöyle bir göz atmak yeterlidir.

Neden böyle oldu? Bunda şaşılacak bir şey yok. İnsanoğlunun tarihi bu tür ibretlerle doludur. Zaten vahiyler ve peygamberlerin gönderiliş gayesi de insanoğlunu daha iyi bir tarih yazmaya sevk etmektir. Vahye ve peygambere sırt dönen toplumlarda yapılan tarih çok daha vahşi ve çok daha kanlıdır. Zira bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Vahiyler insana sınırlar koyar, sorumluluk bilinci aşılar, ahirete iman üzerinden hesap verilebilir bir hayat yaşamaya davet eder.

“Kutsal aile” ve “kutsal nesil” oluşturma süreçleri

Kutsal tarih oluşturmak için İslam içindeki her mezhebin ve meşrebin kendi gerekçeleri vardır. İlk kutsal tarih oluşturma işi Şii geleneğe ait olsa gerektir. Kur’ani kavramlar ve âyetler mezhep eksenli zorlama yorumlara tabi tutularak “ehl-i beyt” kavramı üzerinden “kutsal aile” mitolojisi oluşturuldu. Kitabi olan ve olmayan batıni dinlerden tedarik edilen “imamet” tezi dogmatik bir “masumiyet” teziyle harmanlanarak Şia’nın akidesine dâhil edildi. Buna karşılık Sünni gelenek de kendine has bir kutsal tarih oluşturdu. “Hepsi adildir” (kulluhum udûl) tezi üzerinden tüm bir sahabe neslini masumlaştırıp dokunulmaz ilan ederek Şia’nın “kutsal aile” mitolojisine karşı “kutsal nesil” mitolojisi icat etti. Adı etrafında en çok tartışma yaşanan ilk 10 sahabiyi “Aşere-i Mübeşşere” adı altında “Kutsal Top 10” ilan etti. Bunu yaparken getirdiği delillerin ne kadar çelişkili olduğuna dönüp bakmadı bile. Bitli baklayı böylesine pervasız pazara çıkaran bir geleneğin bütün bir ümmeti “kör alıcı” yerine koyduğunu tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Yediği yere kadar yedirirsin, yemediği yerde ‘Allah kerim’!

Bir Abbasi devlet projesi olarak başlatılan Tedvin Süreci, “paralel tarih” oluşturma işini de beraberinde getirdi. Bu projede yer almak istemeyen İmam Azam, devlet ideolojisine dönüşen “Kur’an’ın yaratılmamışlığı” tezini reddettiği gerekçesiyle öldürüldü. Bu gerçek ilk dönemlerde onu itibarsızlaştırma kampanyalarında kullanıldı, sonraki yüzyıllarda ise karartılıp üstü örtüldü. Müslümanların hakikatle başının neden hoş olmadığını merak eden, mucize bahsini karıştırsın. Siret Allah Rasulü’nün kaç kere aç kaldığından, karnına taş bağladığından bahseder, değil mi? Buna mukabil anlı şanlı hadis derlemelerinde sanki nazire yapar gibi Rasul’ün Allah tarafından yedirilip içirildiğine dair gaybi haberler okursunuz. Burada siyercilerin takdim ettiği peygamber ile hadisçilerin takdim ettiği peygamber birbirinin zıttıdır.

Şerh-i sadr (göğsün genişletilmesi) hakikati, nasıl olmuştur da bunca zaman sonra şakk-ı sadr (göğsün yarılması) ‘mucizesine’ dönüştürülmüştür? Kıyamette olacak bir olay veya bir ay tutulması, nasıl olmuştur da şakk-ı kamer ‘mucizesine’ evrilmiştir? İlk siret ve hadis kitaplarında yiyecek ve içeceğin bereketlendiğine dair birkaç haber dışında hiçbir ‘mucize’ yer almazken, nasıl olmuştur da ilerleyen asırlarda 3.000 mucize tedarik edilebilmiştir? Gerçeğe tahammülsüzlüğümüz o raddeye gelmiş ki, Şafii’nin ölümüne fanatik Maliki’lerin attığı dayağın neden olduğunu unutturmuşuz. Yine hadisçi Buhari’nin hastalığının ölümle neticelenme sebebinin, İbn Hanbel’in fanatik öğrencisi hadisçi Zühli’nin sapıklık ve tekfir fetvası olduğunu saklamışız.

Hepsinden kötüsü de, anlı şanlı adamlar eliyle yalanın tarihleşmesi ve ümmetin hakikat algısının ters yüz edilmesidir. Sonuçta “herkesin tarihi kendine” durumu ortaya çıkınca, tarihte seçicilik bir kusur ve ayıp olmamaya başladı. Herkes kendi tarihçisini seçmeye başladı. Tarihî olayları eğip bükmeden yazanlar karalama kampanyalarına kurban gittiler. Bunun en tipik örneği Arapların olumsuzluklarına dair en güvenilir eserlerden birini yazan Hişâm el-Kelbî’ye karşı yürütülen karalama kampanyasıdır.

Gözünü “kutsal tarih” yalanı bürümüş birileri, Hişâm el-Kelbî’yi Abbasiler adına yalan uydurmakla itham ederler. Bu itham iki açıdan itibarsızlaştırma kampanyasının ürünüdür: 1. Kelbi Abbasilerin de foyasını el-Mesâlîb’inde ortaya serer. Abbas’ın cahiliyye dönemindeki zaaflarını aktarmaktan çekinmez. 2. Kelbî’nin dedeleri Hz. Ali’nin yanında onun muhaliflerine karşı savaşmış insanlar olduğu gibi, babası da Abbasilere muhalif hareketleri desteklemiştir; tıpkı İmam Azam gibi. Kelbî’ye karşı ideolojik hadisçilerin kininin sebebi ise daha farklıdır. Kelbi, cahiliyye hakkında hadisçilerin ideolojik saplantılarına aykırı malumat nakletmiştir. Bu suç ona karşı itibarsızlaştırma kampanyası açmak için yeterli sebeptir. Kelbî’nin daha o dönemde, kitabeleri okumak için bin bir emek ve çaba gösterecek kadar ilim düşkünü bir âlim olması kimin umurunda! Ona karşı açılan itibarsızlaştırma kampanyalarına, haksızlığa uğramış önceki âlimlerinin haklarını korumaları gereken sonraki ulemanın değil de batılı islamologların dikkat çekmesi ne garip.

Bizi içirildiğimiz “kutsal tarih” afyonundan ayıktıracak İbn Nedim ve Yakubi gibi isimlerin başına da benzer şeyler getirilmiştir. “10 numara mezhep gözlüğüyle tarih yazılınca ne olur?” sorusunun cevabı olan İbn Kesir’in tarihinde çizdiği Selahaddin Eyyubi portresine bakınca, insan “gözü kör olsun şu mezhepçiliğin” demeden edemiyor.

Cumhuriyet döneminin devlet eliyle tarih yapma politikaları haklı olarak eleştirilir. Fakat aslında Cumhuriyet kadrolarının yaptığı yeni bir şey değildir. Onlar sadece kendilerinden önce defalarca yapılmış bir şeyi kendi ideolojileri için bir kez daha yapmışlardır.

Son sözü Kur’an söylesin: “Şimdi söyler misiniz: hakikatten ötesi sapıklık değil de nedir? Buna rağmen, nasıl oluyor da (hakikate) böylesine mesafeli durabiliyorsunuz?” (Yunus 10/32).

 

Yorum Yaz